A.İklim Bayraktar
Yorgun Bir Sonbahar Sabahı
Yorgun bir sonbahar sabahı… Hem hava yorgun, hem de ben yorgunum. Çevrem sanki sisle sarılmış gibi. Müthiş bir pus-kir-pas…
Yorgun bir sonbahar sabahı… Hem hava yorgun, hem de ben yorgunum.
Çevrem sanki sisle sarılmış gibi. Müthiş bir pus-kir-pas…
Umut denilen şeyin giderek bedenimden uzaklaşıp bana yukarıdan baktığını hissediyorum. Karamsar olmamak için elimde hiçbir somut veri yok.
Gerçekten de sonbahar hüzün mevsimi. Ağaçların yapraklarını dökmesi, havanın serinlemesi ve havanın erken kararması insanı daraltıyor. Yaşamın ucundan tutmak için mutlaka bir şeylerin iyi gitmesi gerekiyor. Ama gitmiyor işte…
Rüyalarımda bile mahkeme salonlarında oturuyorum, cübbeler görüyorum… Hâkimlerin gözlerini üzerimde hissediyorum.
Sanki savcı başka bir dünyadan gelmiş gibi. Tavan yüksek, ama beni boğuyor.
Oturduğum koltuğa bile yabancıyım.
Deli gibi anlatmaya çalışıyorum; onlar kötü, onlar güçlü, onlar çıkarcı, haksızlar, vicdansızlar, yalancılar, satılıklar… Ağızlarından salya saçan, azgın kuduz köpekler gibiler. Bugün beni, yarın hepinizi ısıracaklar, istismar edecekler sayfalarında, köşelerinde..!
Kendimi kimi zaman mekanik bir araç gibi görüyorum. Susan, haksızlıkları yok sayan, korkan tüm kadınlar adına kararlı cesur olmaktan başka bir yolum yok gibi…
Zaman denilen soyut kavramın içinde bir güne daha uyandığımı ve o günü en hasarsız şekilde atlatacağımı düşünüyorum, ama olmuyor.
Çevremdeki her şeyin negatif etkisini hissediyorum üzerimde ve korkuyorum.
Daha iyi günlerin çok yakın olduğuna inanmak istiyorum. Zor bir dönemi kolaylıkla atlatmak için yapmam gerekenleri beynimde iskambil kâğıdı sıralar gibi sıralıyorum: Aslar en önde, ikililer en sonda…
Biliyorum, oldukça karamsar bir yazı oluyor; ama son gelişmeler karşısında bir kadın olarak daha umutlu bir dünyaya bakamıyorum.
Gün geçmiyor ki bu ülkede kadınlar taciz, tecavüz, şiddet mağduru olmasın. Kadınların sevilmediği, dışlandığı, ikinci sınıf vatandaş olduğu ülkemde, ergen çocuk sahibi bir anne, bir kadın, bir Türk vatandaşı olarak tarifsiz sıkıntılar çekiyorum.
Hatta çoğu zaman mağdur kadınlar son bir umutla giriştikleri hukuk mücadelesinde de tuş ediliyor.
Kısa zaman içerisinde bazı şeylerin değişeceğini ve güneşin eskisi gibi parlayacağını düşündüğüm de oluyor.
Umut bir kez yeşerdi mi, artık sizi kolay kolay bırakmaz.
Zaten kötülerin gücü iyilerin tembelliğindendir; umutsuzluk ve korku hiçbir Türk kadınına yakışmıyor.
Hafiften üşüyerek umudu bekliyorum. Geleceğini de biliyorum. Tüm pırıltısıyla ve haşmetiyle… Neredeyse çocukken okuduğum Balzac’ın Vadideki Zambak romanında Felix’in umarsızca âşık olduğu Madam Vanessa’ya benzetiyorum kendimi.
Böyle bir sonbahar sabahı işte… Hüznüyle beni kavramış ve bırakmayan serin bir sonbahar sabahı…
Ama korkmuyorum ve olumsuzlukların üzerine gideceğime kendi kendime söz veriyorum.
Bir bacağım yataktan aşağı sarkıyor ve yere basıyorum.
Hem de en sağlam şekilde.
Bekle beni kalleş, haksız ama güçlü hüzün, seni parçalamaya geliyorum…
Ben de yargılanıyorum!
Tıpkı Yalçın Küçük, Soner Yalçın, Doğan Yurdakul, Nedim Şener, Ahmet Şık, Müyesser Yıldız, Hanefi Avcı, Barış Terkoğlu, Sait Çakır, Coşkun Musluk, Mümtaz İdil gibi…
Hepsine gözaltı süresinde emniyet ve savcı sorgulamalarında ne sorulduysa bana da 11 saat süren sorgumda benzer şeyler soruldu…“Neden şu kişiyle telefonla konuştun, neden bu haberde şu meseleyi ön plana çıkardın, şu telefon konuşmanda ne demek istedin, vs, vs…”
16.Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemesince görülen ve kamuoyunda Odatv davası olarak bilinen davada, “Ergenekon Silahlı Terör Örgütü üyesi olmak” vs… suçlamalarıyla 17 yıla kadar ağır hapis cezasıyla yargılanıyorum!..
Bunu niye yazıyorum:
Medya Mahallesi programı uzunca bir aradan ve onca patırtıdan sonra daha ikinci yayın gününde ucuz Amerikan polisiye dizilere benzemeye başladı. Herkes aptal, bizim dedektif akıllı… Bir yığın gevezelik üretiliyor ama somut bir şey yok. Yüzeysel yargıların ötesine geçilemeyen bir program. Bir tahta parçasına sarılan ve bununla okyanusu geçebileceğini sanan iki kazazede gibiler. Gazetecilik dersi vermeye kalkıp, gazeteciliğin temel ilkelerinin köküne kibrit suyu döktüler. İşte bu arada ben de nasibimi aldım. Yine gerçeklerden ırak yorumlara adım karıştı.
Oysa olayı defalarca anlattım:
Üç gün gözaltında kalıp, emniyet ve savcı tarafından sorgulandıktan sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldığımda, avukatlar neden serbest bırakıldığıma hiç anlam veremedi, bu işte bir iş vardı. Tıpkı Ayşenur Arslan’ın dediği gibi, serbest kalmam normal değildi. Savcılık binasından çıkar çıkmaz anlaşıldı işin rengi, ama hiçbir şey benim tasarrufumda değildi
Odatv ekseninde ama sanki sadece Deniz Baykal-taciz-komplo olayından dolayı gözaltına alınmış ve serbest bırakılmışım gibi gösterildi! Gözaltında emniyet ve savcılıkta sorulan seksen küsur sorunun içinde sadece iki üç tane Deniz Baykal sorusu vardı. Hepsi bu…
Herkeste oluşan algı hala ne yazık ki aynı! Çok az insan gerçeğin farkında, kamuoyunun çoğunluğu medya çirkinlemeleri ile yanlış bilgilendirildi. Medya birilerini aklamak ya da karalamak için durumdan vazife çıkardı. Özne olarak da hep beni kullandı.
Kocaman bir kaostu bu. Zira bu süreçte öyle akıl almaz olgulara ve insan manzaralarına şahit oldum ki, akıl sağlığımı kaybetmediğime şükrediyorum.
İçerdekiler mi, dışarıdakiler mi daha çok sıkıntı çekiyor, daha kötü durumda, kestirmek çok zor. Nice gece yarıları yatağımda ter içinde uyanıp, bir sonraki günün kâbuslarını sayıkladığım günleri bilirim. Bunu yaşamaktansa, içeriye tıkılmış olmayı istediğim günler oldu.
Ben ta ilk başında karar verdim, ne söylersen söyle ne kadar çabalarsan çabala sonuç değişmeyecekti. Akacak kan damarda durmayacaktı. Su akacak yolunu bulacaktı elbet ama suyun yatağını, yolunu, şiddetini, durağanlığını değiştirecek güç ben değildim. Anladım ki, içinde bulunduğum süreç sabır gerektiriyor, sadece sabır… Tüm bildiklerimi, tüm gerçeklerimi savunmamda 16. Ağır Ceza Mahkemesi heyetine yaptım.
Ben bir kazana düştüm ve sonucu neyse katlanacağım… Bu öyle karmaşık sıvılarla dolu bir kazan ki, hiçbir sıvı ile birleşme olanağın da yok. Akışkan, yapış yapış ve vıcık vıcık… Kepçeye asılıp da kazan dışına çıkma olanağı da yok; tıpkı suyolu gibi oda benim gücümü aşıyor.
Bu dava da rüzgâr sert esecekse, cezama razı olur, paşa paşa da çekerim. Hiç eyvallahım olmaz.
Ancak bazı şuursuz köşeci, gazeteci geçinen kendini bilmezlerin 40 yıldır özenle koruduğum kadınlık onuru ve kişilik haysiyetime; hiç düşünmeden, pervasızca, aşağılık sıfatlar kullanarak yazdıkları yazılara ve attıkları manşetlere karşı açtığım onur davalarımı çok önemsiyorum!
Kendilerini Allah yerine koyup, yargılama hakkını kendi çıkarları için gasp eden ve bunu da gazetecilik sayanlara karşı başlattığım hukuk mücadelesini çok önemsiyorum. Bu ülkede hukukun üstünlüğü mü, yoksa üstünlerin hukuku mu işliyor hep birlikte göreceğiz hep birlikte.
Hukuk, ne koşulda yaşarsa yaşasın, her insanın toplumsal yaşamdaki tek dayanak noktası.
Yaşanan bu süreç bana en azından gücümü aşan konularda sabretmeyi öğretti. Ne şeref madalyası, ne demir parmaklıklar arkası, ne göklere çıkarılma, ne mezara gömülme, ne şöhret, ne küçümsenme…
Burnumun dikine, doğru olanı yapar, doğruyu söyler geçerim… Gerisi gerçek vicdan sahibi olanlara kalmıştır, eyvallahım olmaz.
Malum, Macaristan’a 3-1 yenildik. Türkiye’nin önde gelen gazetelerinden birinde sürmanşet olarak yer aldı. Elbette birçok insanı da çok üzdü. Milli Takım Dünya Kupası’na gitmeyi karikatürlere bıraktı. Türkiye kahroldu.
Sıkıntılı haberler Milli Takım ile kalsa, iki saat içinde unutulur giderdi. Ama duyarlı vatandaşlar için Milli Maç’tan daha önemli konularda vardı… Mesela Ergenekon’dan üç yıldır tutuklu yargılanan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun trafik kazasında ölen evladı için Silivri’den izinli çıkmasıyla oluşan dramdı.
Oğlunun cenazesinin kalktığı gün Fatih Hilmioğlu’nun Dalton Biraderlerin en küçüğü Jo gibi, sırtında çıkınıyla ve çizgili hapishane elbisesiyle kaçacağını düşünmüş olmalılar ki Red Kit rolündekiler önlemini anında alıp Hilmioğlu’nu kolundan tuttuğu gibi Sincan cezaevine tıktılar.
Günün en önemli haberlerinden biri tek sütuna en aşağılarda yerini almıştı: Abdullah Gül, hava muhalefeti nedeniyle yerel seçimlerin 27 Ekim 2013’e alınmasını öngören yasa değişikliğini referanduma götürmek yerine, Meclis’e iade etti. Hava muhalefeti konusunda böylesine uzman olan Cumhurbaşkanımızdan küresel ısınma konusunda da böylesi öngörüler bekliyoruz artık.
Bitmedi, Türkiye’deki sıkıntıları yeterli bulmayan ve belki de çok fazla dramatik bulmayan Ertuğrul Özkök, Taliban’dan dolayı dincilere vurmayı uygun görmüş. Pakistan’da Talibanların otobüse binerek boynundan ve başından vurdukları Malala için vermiş veriştirmiş. Türkiye’de sanki benzer örnekleri yokmuş gibi. Taliban’ın Müslümanlığını yerden yere vurmuş.
Malala henüz ölmedi. Umarım ölmez de, ama Fatma Nur Çelik, ağzı burnu koli bantıyla kapatılmış, elleri koları bağlı halde hem de kendi evinde tecavüze uğramış ve öldürülmüş. Ta Pakistan’a kadar gitmeye ne gerek var Ertuğrul Özkök, burnun dibinde her gün onlarca cinayet işleniyor. Hem de tesettürlü bir genç kızımız adice öldürülüyor, büyük bir olasılıkla öldüren de mütedeyyin Müslüman kardeşlerinden biri.
Evlatlarımız sapık manyaklar tarafından öldürülüyor ya ne önemi var geri kalan detayların. Sapığın dincisi, Müslüman’ı, Hıristiyan’ı olmuyor. Bunlar din denilen disiplinin, öğretinin, yüceliğin yanından bile geçmeyenler… İyi bakın ve tanıyın böylelerini.
“Potemkin” mahallesi bir başka rezalet. Tam “Sülün Osman” kurnazlığı… Binaların ön taraflarını süsleyip, yanlarını olduğu gibi bırakmışlar. Ne o, dışarıdan güzel görünsün diye. Kaça? 1 milyon 900 TL.’ye…
Kahve Dünyası şirketi Londra’daki kiranın İstanbul’dan ucuz olduğundan yakınmış. Anlayana…
Bosna Kasabı ünvanlı Radovan Karadziç, yargılanmakta olduğu Hollanda’nın Lahey kentinde, kendisine Nobel Barış Ödülü verilmesini istemiş. Hakkıdır, hemen verile.
Sıkıntı bitmiyor. Biri cezaevinde olmak üzere iki kişiyi öldüren, Rahşan Affı adıyla bilinen genel aftan yararlanan ve serbest kalan Yavuz Çatuk, karısı Gülay Çatuk’u 50 yerinden bıçakladıktan sonra kayıplara karışmış.
Yakalanırsa tutuksuz yargılanma talebinde bulunabilir, bakarsınız bırakılır da, çünkü o Fatih Hilmioğlu kadar tehlikeli değil. Red Kit’lerin onun üzerinde hassasiyet göstermesine gerek yok.
Söylemeden geçemeyeceğim, çoğunluk olarak kendi yarattıkları sorunlarla uğraşıyor olsalar da, vatandaşın karşısına gazete diye çıkıp da hiçbir haber vermeme cambazlığını gösteriyorlar ya, işte ona çok şaşıyorum. Kimsenin de haber alma özgürlüğü umurunda değil. Ne dayarsa dayasın basıncı ağabeylerimiz, ablalarımız; ya hiç okunmuyor ya da yalanıp yutuluyor. Sonuçta, atmış-yetmiş kuruş verip aldığımız, okumaya kalkınca ise bir kuruş değeri bile kalmayan gazetelerimiz, sorunlu ülkemizde keyfimizce yaşamamız için ortamı alabildiğine yumuşatmaya, pembeleştirmeye çalışıyorlar. (basıncı sözünü özellikle kullanıyorum, çünkü bunların çoğu bu kelimeye ifrit oluyor, ama açıkçası basıncı bile değiller.)
Gazetelerin göğsünü gere gere yazdığı haberlerden biri de açlık sorunu: Her sekiz kişiden biri açmış. Ama bu bizim ülkemizde değil, dünya genelinde. Bizde aç insan olmadığı için haber genel olarak verilmiş.
Bu da kapak olsun: Türkiye’de her on asansörden altısı standart dışıymış. İyi mi?