Ali Rıza Aydın
Vücutta Taşınan Özgürlük
1.Dünya Savaşı sonrası Avusturya kronu iyice değer kaybedince, Almanya'da sınır komşu köylerde oturan binlerce Bavyeralı her gün Salzburg'a geçerek alışverişlerini burada yapar. Almanlar sınırı kontrol altına alınca, bu kez Almanlar yine karşıya geçip bu kez bol bol bira içer ve Almanya'ya dönerler.
Evimizde küçük rakı bardakları vardı, hani o bir dikişte içmeye uygun olanlardan. 1950’lerin son yılları… O bardaklar kırıldıkça azaldı ve tükendi. Yenisini, bulamadığımızdan olacak, alamadık. Rakı bardakları büyümüştü. Ama babam, çay bardağıyla, yine bir dikişte içmeye devam etti. “Su katılmış rakı bardakta beklediği zaman dışarıdaki kokular içine siner ve tadını kaçırır, bekletmeyeceksin” derdi.
Yıllar sonra, 1980’lerin başlarında, Gökçeada’da seferden dönen balıkçılarla temizlenmemiş sardalyaları teneke üzerinde ızgara yapıp yerken, ayaküstü elimize tutuşturulan çay bardaklarıyla rakı içmiştik. Karadenizli kaptan, “sakın bardakta rakı bırakmayın, bir dikişte için haa…” diye sert bir şekilde uyarmıştı.
Bozcaada’da bir şarap fabrikasını gezerken, bize bilgi veren, iri ve kilolu vücuduyla gümbür gümbür konuşan ustaya, “size imrendim, sürekli şarap içindesiniz, farklı tatlar elinizin altında” dediğimde, “ben şarap üretirim ama içmem, rakı içerim” yanıtıyla karşılaşmıştım.
Bir sendikacı dostum, mayıs ayı başlayınca rakı tüketimini artırırdı. Çünkü yeşil erikle rakı içmeyi çok severdi. Onu her mayısta yeşil erikle anarız. Geçirdiği kalp krizi nedeniyle rakıya ara veren bir arkadaşım, bardağına rakı doldurup dudağına değdirerek, hâlâ bize eşlik ediyor.
Böyle birçok anı, birçok insanda vardır. Şarap kültürü ve hikayeleri de rakıdan geri kalmaz. Hatta daha da zengindir. 1990’ların başında Almanya’da Rein Nehri gezisi sırasında, ünlü şarap merkezlerinden Rudesheim’i gezerken duyduğum üç sözcük ise şarap kültürünün zirvesiydi. Şarap yapımıyla ilgili bir soruya Alman üretici vurgulu ses tonuyla, “şarap yapılmaz, yaratılır” diye yanıt vermiş, sonra da bir şarap şiiriyle devam etmişti: “Şarap güneşi yakalamaktır/Zararı dokunmaz./Tanrı şarabın korunmasını istedi/O bize yalnız asma çubuğu vermedi/Susuz da bıraktı.”
Almanya denilince, büyük küçük her kentinde farklı tatta bira üretimi akla gelir…
Birinci Dünya Savaşı sonrası, Avusturya kronu iyice değer kaybedince, Almanya’da sınıra komşu yerleşim yerlerinde oturan binlerce Bavyeralı, her gün Salzburg’a geçip şehre yayılarak, eczane, doktor, terzi, berber, market, giysi tüm alışverişlerini burada yapmaya başlar. Hatta büyük Alman firmaları posta işlerini bile Salzburg’da yaparlar. Sonunda, Alman makamlarının isteği üzerine sınır kontrol altına alınır. Salzburg’a geçiş engellenmez; ancak oradan mal geçişine yüksek gümrük uygulanmaya başlanır. Böylece, Almanya’da ekonomiyi canlandırmak için, gerekli öteberinin Salzburg’dan ucuza alınması önlenmek istenir.
Stefan Zweig, “Dünün Dünyası” adlı kitabında savaş sonrasını ve Avusturya’dan Almanya’ya giren her mala, büyük bir sertlikle el konulmasını anlatırken, “Fakat bir mala yine de el konulamadı, kimse dokunamadı. Kişinin vücudunda taşıyacağı biranın özgürlüğüne el konulamazdı” saptamasını yapar. “Biraya düşkün Bavyeralılar, Avusturya kuronunun düşmesini borsa cetvellerinde her gün izleyip yerlerinde bir litre için ödeyecekleri paraya beş, altı ya da on kat mı çoğunu içebileceklerini hesaplıyorlardı. Bundan daha olağanüstü bir ilginçlik düşünülemezdi” diye devam eder. Sonra kron sağlamlaşıp, mark akla sığmaz bir hızla düşünce, bu kez aynı oyun Avusturyalıların Almanya’ya akınıyla, ters yönde başlar. Bira özgürlüğü farklı vücutlarda devam eder.
Bugün, hukukla yaşam tarzına el atma konusunu yazacaktım. Yukarıdaki sözcükler sıralandı.