M. Özge Yılmaz
TÜRKÇÜLÜK VE ULUS KAVRAMLARINA BAKIŞ
TÜRKÇÜLÜK NEDİR?
Türkçülük, Türk ulusunu diğer uluslar arasında üstün bir konuma ulaştırmayı, Türk dili ve kültürünü yaşatmayı, Türkler arasında fikir, eylem birliği oluşturmayı amaçlayan, kültürel, siyasal akımdır.
Ortaya çıktığı dönemde, Osmanlı İmparatorluğu içinde, Osmanlıcılar tarafından ırkçılık, bölücülük olarak değerlendirilen Türkçülük, taraftarlarınca, içinde bulunulan şartlar gereği, gelişme ve Türk öz kimliğini yabancı etkilerden arındırma mücadelesi olarak görülmüştür. Irkçılık suçlamalarına karşın, dönemin Türkçüleri tarafından yapılan çalışmalardan ve Türkçülük tanımlamalarından da bu iki amaç üzerinde yoğunlaştıkları anlaşılmaktadır.
Ziya Gökalp’in “Türk ulusunu yükseltmek 1, Büyük Önder Mustafa Kemal’in “ilerleme ve gelişme yolunda ve milletlerarası temas ve ilişkilerde, bütün çağdaş milletlere paralel ve onlarla uyum içinde yürümekle beraber Türk toplumunun özel karakterlerini ve başlıbaşına bağımsız kimliğini korumaktır.” sözleriyle ifade ettikleri Türkçülük, herhangi bir ırksal üstünlük iddiası taşımaması bakımından ırkçılıktan ayrı değerlendirilmelidir. Zira bu istekler son derece doğal ve ilerici niteliktedir. Türk kültürünün diğer ulusların kültürleri arasında özümlemeye (asimilasyona) uğradığı, hatta dilinin de Arapça, Farsça gibi dillerle birleşmesi sonucu karmaşık bir hal aldığı dikkate alınırsa Türkçü yaklaşımın zorunluluk olduğu görülecektir. Mustafa Kemal’in dediği gibi: “Hiçbir ulus diğer bir ulusun taklitçisi olmamalıdır. Çünkü böyle bir ulus, ne taklit ettiği ulus gibi olabilir, ne de kendi ulusu içinde kalabilir. Bunun sonucu kuşkusuz ki, hüsrandır.”[1]
İlk Türkçü derneklerin üyeleri arasında farklı etnik kökenlerden insanların bulunması akımın ve öncülerinin ırkçı bir eğilim göstermediğinin kanıtıdır. Buna rağmen bazı Türkçülerin ırkçı tavırlar sergiledikleri de bilinmektedir. Ancak, özellikle Nihal Atsız ile şahlanan ve Reha Oğuz Türkkan ile kafatası ölçümüne kadar uzanan bu yaklaşım Türkçülüğün temelinde yer almadığı gibi Türkçüler arasında da çok rağbet görmemiştir.
Atsız’a göre Türkçülük: “büyük Türkelinde Türk uruğunun kayıtsız-şartsız hâkimiyeti ve istiklali ile Türklüğün her yönden bütün milletlerden ileri ve üstün olması ülküsüdür.” Reha Oğuz Türkkan da bu ülkünün gerçekleşmesini Türklerin “iyi bir idare ve iyi bir muhit” yaratmasına bağlamıştır. O’na göre Türkler, “doğuştan üstün ve kabiliyetlidir. Türk; zekâsını, yiğitliğini, askeri dehasını ve her hususta büyük kabiliyet ve istidadını kanından alır.”[2] Uygun zemini bulduğunda da üstünlüğünü ortaya çıkaracaktır.
Türkçülük ile ilgili değişik görüşler bulunması, tarafların ulus kavramına farklı anlamlar yüklemelerinden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle Türkçülüğü tam olarak anlayabilmemiz için öncelikle ulus olgusunun ne olduğunu bilmemiz gerekir.
ULUS:
Ulusun ne olduğu ile ilgili fikir birliği sağlanamadığı için ortak bir ulus tanımı da yoktur. Bu bölümde, konumuz gereği Türk ulusuna dair örneklere ağırlık vererek tanımlama yapmaya çalışacağız.
Soyu ön planda tutanlara göre ulus, ırk demektir. Bu yaklaşım, Rıza Nur’un millet ile ilgili “milliyetin kültürle hiçbir alakası yoktur; milliyet bir ırk meselesi, bir kan meselesidir.” sözlerinde kendini göstermektedir. Irk, soydan gelme ortak fizik özelliklerini oluşturan biyolojik etmendir.[3]Ancak ulusu ırk olarak kabul edenler, genellikle fizik özelliklerinin yanı sıra zekâ, yetenek, cesaret, dürüstlük, kahramanlık vb özelliklerin de soydan gelme olduğunu savunmaktadırlar. Reha Oğuz Türkkan’ın da bu yönde bir görüşe sahip olduğuna değinmiştik. Oysa hiçbir biyolojik etmen insanların karakter özelliklerinde belirleyici olamaz. Ayrıca, yüzyıllar boyunca yaşanan göçler ve kavimler arası etkileşim (evlilik, devşirme, özümleme-asimilasyon vs) nedeniyle saf ırk kalmadığı görüşü yaygın olduğu için ırksal Türkçülük anlayışı da çok rağbet görmemiştir.
Bireycilere göre, kişi kendisini hangi ulusa mensup görüyorsa, o ulustandır. Yani ulus, aidiyet hissi ile alakalıdır. Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene!” sözü bu anlayışın etkili bir ifadesidir. Fakat Büyük Önder’in ulus anlayışı bununla sınırlı değildir. O, ulus için: “Zengin bir anılar kalıtına sahip bulunan, birlikte yaşamak konusunda ortak arzu ve bunu uygun görmede samimi olan, sahip olunan mirasın korunmasına devam konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden meydana gelen; siyasi varlıkta birliğe, dil birliğine, toprak birliğine, ırk ve köken birliğine, tarihsel ve ahlaksal yakınlığa sahip topluluğa ulus denir” demiştir. Buradaki “ırk ve köken birliği” olarak yapılan anlatımın, uluslaşmanın “tarihsel olarak oluşmuş olan toplumsal ruh birliği” temel kavramı içindeki bir öğe olarak kullanıldığı açıktır.[4] “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Milleti denir” sözü de O’nun millet anlayışını ırk esasına dayandırmadığını kanıtlamaktadır.
Bir ulusun oluşumu için sözü edilen özelliklerin hepsinin bir arada bulunması gerektiği savunulsa da, Ziya Gökalp siyasal varlıkta birlik ve yurt birliği ile ilgili “Arasıra, bir ülkede türlü uluslar olduğu gibi, kimi zaman da bir ulus türlü ülkelere dağılmış bulunur. Örneğin; Oğuz Türklerine bugün Türkiye’de, Azerbeycan’da, İran’da, Harezm ülkesinde rastlarız. Bu toplulukların dilleri ve kültürleri ortak olduğu halde, bunları ayrı uluslar saymak doğru olabilir mi?” [5] demiştir. Gökalp bu açıklamadan sonra, ulusu; “Ulus, ne ırksal ne kavimsel, ne coğrafi, ne siyasal, ne iradeye bağlı bir topluluk değildir. Ulus, dilce, dince, ahlakça ve güzel sanatlar yönünden ortak olan, yani aynı eğitimi almış kişilerden oluşan bir topluluktur.” şeklinde tanımlamıştır. Büyük Önder’in, ulus oluşumu için gerekli gördüğü yurt birliği ve siyasal varlıkta birlik öğeleri gibi, Gökalp’in de din birliği öğesini esas kabul etmek, bizi yanlışa sürükleyecektir. Zira Gökalp’in din öğesini ulus tanımına eklemesi, söylediği “Bu toplulukların dilleri ve kültürleri ortak olduğu halde, bunları ayrı uluslar saymak doğru olabilir mi?” sözü ile çelişmektedir. Çünkü bir ulus içinde farklı inanışlara sahip birçok insan bulunabilir ve bunları ayrı uluslar saymak da doğru olmayacaktır. Gökalp’in, tanımında ortak ülkü unsuruna yer vermemesi de ayrı bir eksikliktir. Ülkü birliği, ruh birliği demektir ve ahlak birliğinin ötesinde bir bağlayıcılığa sahiptir. Örneğin Türkler arasında Türk dili ve kültürünü yaşatmak ortak ülküsü olmasaydı, bugün bu ulusun adı sadece tarih kitaplarında geçiyor olurdu. Türkiye başta olmak üzere kurulan tüm Türk devletleri de bu ortak ülkünün eseridir.
Yaptığımız açıklamalardan sonra ulusu; dil, kültür, tarih ve ülkü birliğine sahip topluluk olarak tanımlayabiliriz. Bu anlamıyla ulusların, aslında tarihin ilk evrelerinden itibaren var olduklarını ancak milliyet fikrine sahip olmadıkları için klandan boya, boydan millete geçiş biçiminde bir gelişim gösterdiklerini söyleyebiliriz.
1 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Tümce Yay., Konya, 2008, s. 10.
[1] Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 2.cilt, s.150’den ak. Hüseyin Cevizoğlu, Atatürkçülük, ufuk ajan yay. , s. 59
[2] R. Oğuz Türkkan, “Bozkurtçunun Amentüsü”, Bozkurt, sayı 1, 5 Mart 1942’den aktaran Günay Göksu Özdoğan, “Turan”dan “Bozkurt”a, Tek Parti Döneminde Türkçülük (1931 – 1946), İletişim Yay, İstanbul, 2001, s. 233.
[5] Ziya Gökalp, a.g.e., s.12.
TANZİMAT'DAN GÜNÜMÜZE TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ - YAZI DİZİSİ