Mustafa Yıldırım
"İFTAR" DEĞİL, "İFTİHAR" YEMEĞİ
İyi giyimli bir kişiyi içeri buyur ettiğimde rahatladı. Elinde ince bir dosya: Edirne’deki büyük fabrikanın enerjiyle ilgili teknik bir değişiklik isteği varmış; yıllardır yazışıp dururlarmış.
Dosya teknik bilgiden ve inisiyatiften yoksun yöneticilerin arasında süren yazışmalarla doluydu. Fabrika sahibine boş kağıt uzatarak dilekçe yazmasını istedim. Dilekçeyi aldım:
“Bir hafta içinde sorun çözülecek.”
“Bu kadar mı?”
“Bu kadar, teknik kurallara ve yönetmeliklere göre çözülecek!”
Bir hafta geçti. Bölge müdürünün odasındayız. Aynı kişi geldi:
“Çok sağ olun! Yıllarca beklemiştik. Teşekküre geldim.”
“Biz bunun için mühendisiz; işimizi yaptık.”
Birkaç sözden ve elbette ülke sanayisinin durumunu da görüştükten sonra fabrika sahibi ayrıldı. Birkaç dakika geçmişti ki, toplantı masasındaki güzel kaplı bir kutuyu ayrımsadık. Makam şoförü Hüsnü Bey’i çağırdım:
“Biraz önce gelen Bey, paketini unutmuş, hemen kutusunu yetiştir!”
Hüsnü Bey bir süre sonra geldi; yetişememişti. Sekreter Hanımı çağırdım, kutuyu açtı: Ünlü markanın çikolata kutusuydu. Ne yapacağımızı bilemedik. “Belki bir daha arar ya da biz adresine göndeririz” dedim.
O sırada Başteknisyen Orhan Başak geldi, “Ne iş!” dedi, “Bize verin de bari şu mübarek ramazanda arkadaşlar çikolata tatsınlar!”
“Al” dedim, “Ne yaparsan yap! Bizi karıştırma!”
Kim bilir kaç kez benzeri olaylarla karşılaştık. Yılbaşında gelen şirket takvimlerini de asmazdık duvarımıza, çünkü devlet bize Maarif Takvimi verirdi. İşimiz gereği özel sektöre gittiğimizde yemek çağrılarını zamanımız olmadığını söyleyerek kibarca geri çevirirdik.
*
Çok değil aradan üç-beş yıl geçti. ABD’nin çıkarlarını sağlama almak, bağımsızlık isteklerini bastırmak için Pentagon Paşaları yönetime el koydular. Wall Street-Lugano-Londra bankerlerinin has ahbaplarından Turgut Özal yönetimdeydi.
O yıllarda eski kurumum TEK'e uğradığımda mühendisler, yöneticiler, filanca müteahhidin akşam iftar yemeği vereceğini, hep birlikte gideceklerini söylediklerinde nasıl da şaşırmıştım!
Üstelik bu arkadaşlar oruç da tutmuyorlardı… Öğrendim ki, müteahhitler, kuruma malzeme satanlar kuyruğa girmişler, işverenlerine yemek yediriyorlardı.
Olağan günlerde işadamlarıyla yemek dikkat çeker, söz olurdu; ancak “İftar” denince iş değişiyordu. Anladım ki, “Allah” diyerek yiyince yemekler kutsallaşıyor, boğazlardan yağ gibi akıyordu.
*
O “iftar” yemekleri bile ne kadar masummuş.
Şimdilerde devleti yönetenler, hükümet partisi yöneticileri, devlet kasasından (Meclis'te grubu bulunan öteki partiler de hazineden para alıyor) toplu şatafatlı lüks otel lerde “iftihar” deyip topluca yiyiyorlar.
Bırakın oruç tutmayanları, İstanbul Rum Hıristiyanları, Yahudiler, Ermeniler de iftardalar. Mikrofonu kapan siyasal nutuk atıyor! Kendilerine "sanatçılık" yakıştıran çalgıcılar, şarkıcılar da "Ramazan" sofrasındalar.
*
Semt pazarında yıllardır karpuz satan yaşlı bir ahbabım var.
Bakmayın “satıcı” dediğime, uzun yıllardır pazarcılar, semt pazarı ağalarına yevmiyeyle çalışıyorlar. Yine uğradım bizim yirmi yıllık ahbaba, hal hatır sordum; bir karpuz aldım. Ayrılırken kolumdan tuttu:
“Hatırladın mı bizim yoksul damadı?”
Hatırlamaz olur muyum; askere gitmişti. Yaşlının pos bıyığı gözünden inen yaşla yaldızlanmıştı. Elimi omzuna attım… O başını eğdi; sesi boğuluyordu:
“Şırnak’ta şehit düştü... Arkasında üç yetim… Hani Ramazan ya… ”
Daha konuşmasına izin vermedim, “Haftaya uğrayacağım sana, hem yuva kavunu da gelmiş olur” dedim. Arkamdan “He ya! Baba adamsın vallah" dediğini duymazdan geldim.
*
Çanakkale gazisi, Aydın Kuva-yı Milliyecisi, Sakarya gazisi, yörenin ünlü din adamı Veli Yıldırım dedemin yer yaygısındaki iftar sofrasını anımsadım: Birkaç yeşil zeytin, bir tabak sulu yemek, bir çanakta üzüm hoşafı...
Büyük annemin kimseler görmesin diye beze sardığı küçük tencereyi elime tutuşturup yoksul eve gönderirken fısıldayışı:
"Kimseler görmesin. Dikkat et oğlum, dökülmesin!”
Şimdi mi? Baksanıza Cumhuriyet Kurucusı sıfatlı partinin başkanı bile “projeyi” kopyalamış; Boğaz’da bir teknede “iftar” yemeğiyle iftihar ediyor!
Sanıyor ki halk bunu yutar!
Son söz bizim çocuk parkı bekçisinin:
“Onlar Müslüman’sa, ben Hıristiyan olmaya dünden razıyım!”
*
Çoğu 16-19 yaşında askerler. Afyon dağlarının eteğinde dikenlerin içine uzanmışlar. Önceki akşam paylaştılar kuru yufkaları ve işareti beklediler karanlığın ötesindeki yüksek dağın Kocatepe’sindeki Başkumandan’dan.
Az sonra Afyon’u kurtaracaklar ve parçalanmış postallarını çaputla bağlayarak Akdeniz’e koşacaklar.
Bugün işte o günün (26 Ağustos 1922) yıldönümü!
Kumandan’ın askerleri nerede?
Ellerini uzatıyorla
İyi giyimli bir kişiyi içeri buyur ettiğimde rahatladı. Elinde ince bir dosya: Edirne’deki büyük fabrikanın enerjiyle ilgili teknik bir değişiklik isteği varmış; yıllardır yazışıp dururlarmış.
Dosya teknik bilgiden ve inisiyatiften yoksun yöneticilerin arasında süren yazışmalarla doluydu. Fabrika sahibine boş kağıt uzatarak dilekçe yazmasını istedim. Dilekçeyi aldım:
“Bir hafta içinde sorun çözülecek.”
“Bu kadar mı?”
“Bu kadar, teknik kurallara ve yönetmeliklere göre çözülecek!”
Bir hafta geçti. Bölge müdürünün odasındayız. Aynı kişi geldi:
“Çok sağ olun! Yıllarca beklemiştik. Teşekküre geldim.”
“Biz bunun için mühendisiz; işimizi yaptık.”
Birkaç sözden ve elbette ülke sanayisinin durumunu da görüştükten sonra fabrika sahibi ayrıldı. Birkaç dakika geçmişti ki, toplantı masasındaki güzel kaplı bir kutuyu ayrımsadık. Makam şoförü Hüsnü Bey’i çağırdım:
“Biraz önce gelen Bey, paketini unutmuş, hemen kutusunu yetiştir!”
Hüsnü Bey bir süre sonra geldi; yetişememişti. Sekreter Hanımı çağırdım, kutuyu açtı: Ünlü markanın çikolata kutusuydu. Ne yapacağımızı bilemedik. “Belki bir daha arar ya da biz adresine göndeririz” dedim.
O sırada Başteknisyen Orhan Başak geldi, “Ne iş!” dedi, “Bize verin de bari şu mübarek ramazanda arkadaşlar çikolata tatsınlar!”
“Al” dedim, “Ne yaparsan yap! Bizi karıştırma!”
Kim bilir kaç kez benzeri olaylarla karşılaştık. Yılbaşında gelen şirket takvimlerini de asmazdık duvarımıza, çünkü devlet bize Maarif Takvimi verirdi. İşimiz gereği özel sektöre gittiğimizde yemek çağrılarını zamanımız olmadığını söyleyerek kibarca geri çevirirdik.
*
Çok değil aradan üç-beş yıl geçti. ABD’nin çıkarlarını sağlama almak, bağımsızlık isteklerini bastırmak için Pentagon Paşaları yönetime el koydular. Wall Street-Lugano-Londra bankerlerinin has ahbaplarından Turgut Özal yönetimdeydi.
O yıllarda eski kurumum TEK'e uğradığımda mühendisler, yöneticiler, filanca müteahhidin akşam iftar yemeği vereceğini, hep birlikte gideceklerini söylediklerinde nasıl da şaşırmıştım!
Üstelik bu arkadaşlar oruç da tutmuyorlardı… Öğrendim ki, müteahhitler, kuruma malzeme satanlar kuyruğa girmişler, işverenlerine yemek yediriyorlardı.
Olağan günlerde işadamlarıyla yemek dikkat çeker, söz olurdu; ancak “İftar” denince iş değişiyordu. Anladım ki, “Allah” diyerek yiyince yemekler kutsallaşıyor, boğazlardan yağ gibi akıyordu.
*
O “iftar” yemekleri bile ne kadar masummuş.
Şimdilerde devleti yönetenler, hükümet partisi yöneticileri, devlet kasasından (Meclis'te grubu bulunan öteki partiler de hazineden para alıyor) toplu şatafatlı lüks otel lerde “iftihar” deyip topluca yiyiyorlar.
Bırakın oruç tutmayanları, İstanbul Rum Hıristiyanları, Yahudiler, Ermeniler de iftardalar. Mikrofonu kapan siyasal nutuk atıyor! Kendilerine "sanatçılık" yakıştıran çalgıcılar, şarkıcılar da "Ramazan" sofrasındalar.
*
Semt pazarında yıllardır karpuz satan yaşlı bir ahbabım var.
Bakmayın “satıcı” dediğime, uzun yıllardır pazarcılar, semt pazarı ağalarına yevmiyeyle çalışıyorlar. Yine uğradım bizim yirmi yıllık ahbaba, hal hatır sordum; bir karpuz aldım. Ayrılırken kolumdan tuttu:
“Hatırladın mı bizim yoksul damadı?”
Hatırlamaz olur muyum; askere gitmişti. Yaşlının pos bıyığı gözünden inen yaşla yaldızlanmıştı. Elimi omzuna attım… O başını eğdi; sesi boğuluyordu:
“Şırnak’ta şehit düştü... Arkasında üç yetim… Hani Ramazan ya… ”
Daha konuşmasına izin vermedim, “Haftaya uğrayacağım sana, hem yuva kavunu da gelmiş olur” dedim. Arkamdan “He ya! Baba adamsın vallah" dediğini duymazdan geldim.
*
Çanakkale gazisi, Aydın Kuva-yı Milliyecisi, Sakarya gazisi, yörenin ünlü din adamı Veli Yıldırım dedemin yer yaygısındaki iftar sofrasını anımsadım: Birkaç yeşil zeytin, bir tabak sulu yemek, bir çanakta üzüm hoşafı...
Büyük annemin kimseler görmesin diye beze sardığı küçük tencereyi elime tutuşturup yoksul eve gönderirken fısıldayışı:
"Kimseler görmesin. Dikkat et oğlum, dökülmesin!”
Şimdi mi? Baksanıza Cumhuriyet Kurucusı sıfatlı partinin başkanı bile “projeyi” kopyalamış; Boğaz’da bir teknede “iftar” yemeğiyle iftihar ediyor!
Sanıyor ki halk bunu yutar!
Son söz bizim çocuk parkı bekçisinin:
“Onlar Müslüman’sa, ben Hıristiyan olmaya dünden razıyım!”
*
Çoğu 16-19 yaşında askerler. Afyon dağlarının eteğinde dikenlerin içine uzanmışlar. Önceki akşam paylaştılar kuru yufkaları ve işareti beklediler karanlığın ötesindeki yüksek dağın Kocatepe’sindeki Başkumandan’dan.
Az sonra Afyon’u kurtaracaklar ve parçalanmış postallarını çaputla bağlayarak Akdeniz’e koşacaklar.
Bugün işte o günün (26 Ağustos 1922) yıldönümü!
Kumandan’ın askerleri nerede?
Ellerini uzatıyorlar kelepçelere, gizli mikrofonlar uzanmış karargâhlarına!
Haydi, şimdi gel de bayram kutla!
Ankara, 26 Ağustos 2008
[Kaynak: The General, Ulus Dağı Yayınları, Ankara, 2011]
kelepçelere, gizli mikrofonlar uzanmış karargâhlarına!
Haydi, şimdi gel de bayram kutla!
Ankara, 26 Ağustos 2008
[Kaynak: The General, Ulus Dağı Yayınları, Ankara, 2011]