DAR KAPI

 

 

 

Yıllar önce, 13 Kasım 1996’da, çalıştığım gazetede ünlü roman yazarı Andre Gide ile ilgili bir yazı yazdım.

Yazı şöyle başlıyordu:

“Ey cemaat! Merhumu nasıl tanırdınız?”

“Dinine bağlı, hak yolunda bir insandı!”

“Hakkınızı helal ediyor musunuz?”

“Helal olsun!”

“Gömün o zaman!”

Tabii ki böyle bir şey olmamıştı ve ben de uydurmuştum. Andre Gide koyu dindar bir insandı ve herhalde gömülürken de böyle gömülmüştür diye düşünmüştüm.

Yazı yayınlandıktan sonra aklıma bir kuşku düştü. Gerçekten Andre Gide gömülmüş müydü? Bütün ansiklopedileri, internet sitelerini, biyografi yazılarını taradım. Evet, Andre Gide zatureeden ölmüştü, ama gömülüp gömülmediğine, mezarının nerede olduğuna ilişkin tek bir kayıt bile yoktu.

Ama aklıma koymuştum bir kere, Andre Gide’in gömülmeyip yakıldığı konusunda derin kuşkularım vardı.

İnternet yoluyla ABD’deki, daha doğrusu New York’taki bir kütüphaneye yazdım ve sordum: “Andre Gide ile ilgili bir yazı yazıyorum, ama ünlü yazarın nerede gömülü olduğuna ilişkin bir bilgi yok elimde. Bana mezarının nerede olduğuna ilişkin bilgi verebilir misiniz?”

Kütüphaneden gelen cevap hiç de nazik değildi!

“Sayın ilgili,

Andre Gide ile ilgili bir yazıda kullanmak üzere ünlü yazarın nereye gömüldüğünü soruyorsunuz. Gide ile ilgili yazı yazan biri olarak cesedinin yakıldığını ve küllerinin karısı tarafından Akdeniz’de bir yerlere serpildiğini de biliyor olmalısınız.”

Bu mealde bir internet mesajıydı kütüphaneninki, ama beni yerin dibine batırmaya da yetti.

Fyodor Dostoyevski hayranı olan Andre Gide koyu dindardı. “Dünya Nimetleri” kitabında şöyle yazıyordu: “Tanrının emirleri, siz benim ruhumu sızlattınız. Tanrının emirleri, on musunuz, yoksa yirmi mi? Sınırlarınızı nereye kadar daraltacaksınız? Yasaklarınmız hiç bitip tükenemyecek mi? Tanrının emirleri, siz benim ruhumu hasta ettiniz. Susuzluğumu giderecek suları duvarlarla kuşattınız.”

İşte size bir Yunus Emre, Karacaoğlan veya Pir Sultan Abdal örneği daha. Dindar bir insanın pek de söyleyebileceği sözler değil bunlar.

Tıpkı halk ozanı Kaygusuz Abdal türünden bir itiraz...

“Kıldan köprü yaratmışsın gelsin kulum geçsin deyu, hele biz şöyle duralım, yiğit isen geç a tanrı!

Garip kulun yaratmışsın, derde mihnete katmışsın, onu aleme atmışsın, sen çıkmışsın uca tanrı!”

Andre Gide’in tanrıya itirazı, tanrıyı kendi anladığı anlamda yorumlamayan bir insanın nafile çığlıklarıdır. Felsefi bir temele oturtulmamış, kulaktan  dolma bilgilerle yürütülmek istenen dinsl öğretiler, sonunda gidip bir köy imamının lakırdıları arasına sıkışıyor.

Oradan geri dönüşleri ise, imamın dünya görüşü çerçevesinde iyice daraldığından, butün devinimler “günah” ile “sevap” arasına sıkıştırılıyor. Bu iki kavramın dışındaki yeni olgularla karşılaşıldığında ise, yine bir köy imamından yansıyan görüşler çerçevesinde yeni olgular ayıklanıp, günah ya da sevap hanesine kazınıyor.

Din, tanrı ile insan araındaki soyut ilişkiden çıkartılıyp da, tıplumal bir hareket olarak beyinlere kazınmaya çalışıldığında ise, düpedüz “yaratan”a hakaret ediliyor, ama işin bu kısmı kökten reddediliyor.

Radikal veya ılımlı hemen her dinci tanrının elçiliğine soyunuyor, herkes onun adına bazı kurallar koyuyor (fetva ve benzeri duyurular). Kurallar çakıştığında ise, sesi ve sermayesi daha güçlü olanın kuralı zorla kabul ettiriliyor.

Dostoyevski ve onun müridi sayılacak kadar büyük hayranlık duyan Andre Gide’in dine bakış açıları ise, kültürleri ile doğru orantılı olduğundan, gücünü üzerine oturduğu felsefeden alıyor. Bu iki yazar, dindarlığın en üst aşamazında da olsalar, üzerine bastıkları toprağın sert ve yumuşak yüzünü iyi tanıyorlar.

Bu yüzden belki, Andre Gide’in neredeyse İncil’i aratmayan “Dar Kapı” adlı uzun öyküsü, dünyanın en çok okunan kitapları arasındadır.

Tanrı uğruna tüm yaşamını feda eden Alissa’nın insana “yeter artık” dedirtmesi gereken inadı, tuhaf bir özenti ve saygınlık yaratır. Öykünün bir yerinde şöyle der Alissa sevgilisine: “Birbirimizi unutarak Tanrıya dua ettiğimiz zamandan daha fazla birbirimize yakın olacağımızı sanıyor musun? Tanrım! Çabucak elde edebileceğim bir mutluluktan beni koru...”

Bu uzun öykü, Alissa’nın neye ve niçin inat ettiğini açıkça belirtmemekle birlikte, inancın neleri söküp çıkartacağı yönünde hem ürkütücü hem de yüreklendirici bir duygu yaratır. Korkutucu, çünkü kültürsüzlüğün getirdiği böyle bir saplantının yok edemeyeceği şey yoktur. Yüreklendirici, çükü böyle bir inanç ve kararlılık, kontrollü biçimde yönlendirildiğinde üstesinden gelemeyeceği güçlük yoktur.

Her ikisini ortak paydası ise, bireyin kültürüdür. Bu yüzden belki, Andre Gide’in tüm mistik ve soyut dünyasından kopup gelen Alissa, Gide’in kültür süzgecinden geçip okura ulaştığı için alabildiğine sevimli ve bağışlanabilir olmaktadır.

İnanç, kulağa fısıldandıkça uygulanması gereken düşünceler zinciri değildir.

Var olan iyi şeyleri, salt kendisine daha önceden seylenmedi diye yok kabul etmek ya da ne bileyim, televizyonu “gavur icadı” deyip evine bile sokmazken, cep telefonunu “Adem’den bu yana zaten kullanılıyor” yalanına sığınmak da değildir.

Tanrının istediklerini ve istemediklerini sokakta tahta çubuklarıyla (baston bile değil) dolaşmaktan başka iş yapmayan kime nasıl anlatabiliriz ki? Hangi kültürle, bilgiyle, deneyimle?

Hıristiyanlığın bağnaz dönemlerini aşalı 600 yıl olmuş, Orta Çağ gerilerde kalmışken, Batılı toplumlar yüzlerini bilim ve sanata çevirirken, ruhsal gereksinimlerini de hiç ihmal etmemeyi öğrenmişler. Aydınlık kafalardan süzülen dünyaya bakışı Afganistan ya da İran’a çevirmeye çalışmak birilerinin çıkarına değilse, ne?

“Dar Kapı” bile dar geliyor düşündükçe...

Önceki ve Sonraki Yazılar