Mustafa Yıldırım

Mustafa Yıldırım

ÇARE SENDE!

Salon konuşmalarını dinlemiş mi? Evet, hem de kaç kere!

Televizyonlarda, sabahlara dek süren, tartışmaları izlemiş mi? Evet, izlemiş hiç bıkmadan!

Ağza alınması zor sözlerle yöneticilere saldıran, her biri 50–100 bin satan o kitapları okumuş mu? Evet, okumuş; içi rahatlamış!

Okumakla kalmamış; kime rastlarsa o yazıları övmüştü.

Lider bellediği o adam, kuyruk sallayınca içerden-dışardan saldıranlarla Cumhuriyet Devleti yıkıcılarına soluğu kesilmiş, çöküp kalmıştı.

Alanlara çıkmış birleşelim diye; “Katılanların sayısı bir milyon” denilince de “İşte çılgın Türkler” diye ayağa kalkmıştı.

İkinci gün suskunluk, üçüncü gün bildik sloganlar…

Öfkelenmiş; “Halk nerde? Çılgın Türklere ne oldu?” diye sorup durmuştu.

Aklına bile gelmemiş halkın 65 milyonunun “tweet” , “facebook” işleriyle uğraşacak zamanının, gücünün olmadığı!

“Ekmek kavgası derman mı bırakır akşama!” dememiş; onlarla birlikte yaşamamış, onların dertlerini günlük, sıradan işler diye geçiştirmiş!

Ordunun, Kumandan Mustafa Kemal’in “İstiklal Ordusu” olmadığı hiç aklına gelmemiş; kanmış abartılı manşetlere!

….

Askeri garnizonda bayrak indirilince şaşırıp kalmış ve gelmiş, soruyor:

“Şimdi ne yapacağız? Çare yok mu?”

Reçete arıyor; ama bizde öykü çok:

 

Kalkıp gelmişlerdi Denizli delegeleri çare aramaya Sivas’a.

Kumandan sözü uzatmadı:

“Filhakika (gerçektir ki) İstanbul’da, şurada burada nümayişler (mitingler) yapılmıştır; ancak, sizin Aydın Kuva-yı Milliyesi’nde patlattığınız tüfeklerin sesi Paris saraylarında çınladı!” [1]

….

Çaresizlik duygusu kolay atılamazdı o günlerde.

Osmanoğullarının son kalıntıları, saltanatlarını, ailelerini kurtarmak için orduları, telgraf-telefon şebekesini, postaneleri, limanları, Çanakkale Boğazını, İstanbul Boğazı’nı, Antep’i, Çukurova’yı, İzmir’i, Ege’yi… teslim etmişlerdi bir Yunan adasında.

Şimdilerde “ceddimiz”, “atalarımız” diyerek böbürlenilen o saltanat düşkünleri, o teslim anlaşmasını imzalatırken Kumandan Halep’teydi ve püskürtmüştü İngilizleri, Mekkeli Haşimiler aşiretinin oğlu Faysal’ın çapulcularını.

Kumandan, İskenderun-Belen-Tel Afrin-Tel Afer- Musul savunma hattını kurmaya çalışıyordu. Aynı günlerde Musul’daki ödlek Osmanoğlu Paşası, teslim ediyordu Musul’u, İrbil’i, Kerkük’ü, Tel Afer’i ve Türk ordusunu…

Yine o günlerde Musul’da sürgündeydi Balkanların Hürriyet Komitacısı Yahya Kaptan!

Kumandan’a ulaşmak için düştü yollara, atlatarak Kürt pusularını, ulaştı Adana’ya! (Bk. 58 Gün)

Ne talihsizlik! Ordusu Hanedan emriyle dağıtılan Kumandan, İstanbul’a gitmişti.

Osmanlının zaptiyelerinden sakınarak, kentlere, kasabalara, köylere girmeden yürüdü Kaptan. Yürüdü aylarca; sonunda ulaştı işgal İstanbul’una. Ancak yine Kumandan’ı bulamadı. Kumandan Erzurum’daydı.

Kaptan, günlerce dolaştı geceleri İstanbul’da.

Gündüzler, İngiliz, Fransız, Yunan…

Daha kötüsü İngiliz emrindeki Vahdettin’in muhbirleri…

Islak, soğuk gecelerde Kasımpaşa’nın karanlık sokaklarında yürürken içini yaktı binlerce kez o soru:

“Ne yapmalı? Şimdi ne yapmalı?”

Sonunda çıkageldi sürgün arkadaşı Tikveşli Ömer. “Ne yapmalı?” diye sordu Tikveşili’ye. İçten gelen ıslık gibiydi sesi, “ Bir çaresi olmalı be yahu!” dediğinde!

İki hafta sonra buluştular bir kez daha.

“Haydi, Kaptan” dedi Tikveşli, “Sırtla heybeni! Beykoz ormanlarını geç geceleri, Gebze yakınında Kuşçalı Köyü’ne ulaş, Köy’e girme, Karakola gir!”

Kaptan irkildi; “Bu da bir tezgâh mı? Karakol Cemiyeti beni oralarda mı bitirecek?” diye geçirdi içinden; kaşlarını çattı, Tikveşli’yi duyabilmek için eğildi. Tikveşli fısıldadı:

“Telgraf makinesinden alacaksın emri.”

“Kimden?”

“Hele bir var karakola” dedi Tikveşli, bostanın içinde ayaza kesmiş karanlığa karıştı.

İçinde bin bir karanlık kuşkuyla girdi karakola Kaptan.

Çavuş, şuracıkta “Bekle!” dedi.

Ay karanlık, gece uzun, yıldızlar soğuk…

27 yıllık ömrüne bir yirmi yedi yıl daha eklendi bir gecede.

Tanyeri ağardı ağaracak; telgraf makinesinin tıkırtılarıyla silkindi.

Çavuş, “Emredersiniz!” diyerek tıkırdattı manipleyi ve “Gel!” dedi Yahya Kaptan’a. Kaptan şaşkın, donup kaldı.

Çavuş sesini yükseltti:

“Mustafa Kemal Paşa makine başında! De şimdi, diyeceğini!”

Kaptan’ın sesi titredi:

“Kumandanım! Ben size İzmit’ten tavsiye edilen Yahya Kaptan! Emrinizdeyim!”

Derin derin soluyarak bekledi Kaptan, makineden gelecek yanıtı.

Sonunda uzaklardan gelen iç açıcı çoban türküsü gibiydi makinenin sesi:

tıkı-tık-tık… Tık-tıkı-tıkı-tık…”

Çavuş sesini yükselterek okudu çözdüğü telgrafı:

Kuvvetli bir teşkilat kur!

Gözlerinden öperim.

Heyet-i Temsiliye Reisi

Mustafa Kemal!

Kaptan, “Hepsi bu mu?” diye sordu.

Çavuş, “Hepsi bu Kaptan!” dedi, “Yolun açık olsun!”

Yahya Kaptan, Dilovası’ndaki arkadaşına giderken, “Çocukları da alırım, Rumeli göçmeni gibi yerleşiriz köye; sonrası Allah kerim” diye söylendi kendi kendine. Yorgunluktan yığılacakken olduğu yere yineleyip durdu emri:

“Kuvvetli bir teşkilat kur!”

“Kuvvetli bir teşkilat kur!”

İzmit Körfezi’ne doğru yol alan İngiliz zırhlısını görünce içi buz kesti; ama birden yineledi:

“Kuvvetli bir teşkilat kur! Gözlerinizden öperim!”

İçi ısındı, göğsü genişledi; “Demek ki çare buymuş’ Kuvvetli bir teşkilat kuracağım” diyerek pelitlerin arasından aşağılara yürüdü.

Sonra mı?

Yahya Kaptan emri bir haftada yerine getirdi.

Daha sonra mı?

“Ulus Dağı’nda bir ateş yaktı Asker Makbule”

Ancak binlerce yıllık ilke değişmedi:

Sızlanmak, dövünmek, boş yere ağlaşmak, alçaklara sığınmak çare değil!

Yere düşen bayrak sandıkla kalkar mı?!

 

[1] Osmanlı’nın başları öne düşmüş heyeti, Paris Paylaşım (Onlar Barış diyor, tıpkı bugünlerdeki gibi) toplantısında zılgıt ütüne zılgıt yiyor; küfre varan hakaretler karşısında sus-pustular.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar