ARAP OĞLU CAMDAN BAKIYOR


Artık herkesi şaşırtan hangi kökenli olduğu falan değil, Harunken nasıl Karun olduğuydu.

Söylentilere göre, dindar zihniyetle yetiştirmişti aile.
Ergenliğe geldiğinde yine koyu dindar örgütlere kaydı yaptırılarak, keşfedilmeye sunulmuştu.
   
Nitekim öyle oldu. Onu ilk keşfedenlerden biri, CIA ile sıkı ilişkileri olduğu söylenen Arap asıllı, şeriat kanunlarını acımasızca uygulayarak sayısız cinayetler işleyen Afganistanlı, liderdi.

Şeriatçı lider; “Bu genci bulup, hemen bana getirin,” diye haber salar salmaz, bir de ne görsün, dizlerinin dibine çökmüş vaziyette emir bekliyor Harun.

Şıppadak fotoğraflar çekilip, bu diz çökmüş pozisyon, dünyaya servis edildi.

“Fotoğraf hangi mesajı veriyor,” diye herkes gümbür gümbür tartışa dursun, yine şıppadak dizlerini biraz doğrultmuş, belediye başkanı koltuğuna çoktan oturuvermişti.

 Bu daha neydi ki!
Mutfakta aşçı başı, podyumda manken, sahnede şarkıcı, ekranlarda ise şair olmak gibi özellikleri de vardı.

Hünerli olduğu kadar genleri, Araplaşmaya da müsaitti gayet.

Yerli yabancı işbirliğiyle, mayasına bol kepçe dinci paraleli de katıp bir güzel yoğurduktan sonra, ilkten bir şiir okuttular.

“Ocağım ordu, büyüğüm sultan.
Sultana imdat eyle yarabbi.
Minareler süngü, kubbeler miğfer.
Camiler kışlamız, müminler asker.”

Arap oğlunun ihtiraslı hünerleri TV ekranlarından duyurulmaya başlandı ki, yer yerinden oynadı.
Sadece Türk toplumunun avamları değil, dünya duydu marifetlerini.

Küresel güçlerin ağzının suyu aktı, bu şiire. 

“Vay be. Bu Arap oğlundan bu kadarını da beklemiyorduk. Harbiden helal olsun. Siyasetle dini ne güzel harmanlamış. Şimdilik yarı dindar yarı gelenekçi, yarı yenilikçi.
Bu denli her telden çalabilen yetenekli, hünerli biri, asla deliğe süpürülemez, sadece kullanılır,” dediler.

Denilir denilmez, yine yeniden yeni işbirlikçiler gönderildi Arap oğlunun ayağına.

Etrafına şöyle bir baktı ki, ne görsün! Ne kadar küresel güç varsa, etrafında fır dönüyor.

Demek ki doğru yoldaydı.

Arap oğlunda bir kibir, bir çalım! Burnu kaf dağlarına doğru kasıla kasıla ; “Nasıl ha, memnun kaldınız mı şiirimden,” diye sordu.

“Hem de nasıl memnunuz, nasıl.
Ama daha çok ajitasyon olmalı. Mesela hücrede kalmalısın birkaç ay. Bak bakalım işte o zaman dadından yenmez bu yemek,” diyerek şakşakladılar.

Öyle de oldu. Topu topu birkaç ay yatırıldıktan sonra, planın bir parçası olarak, siyasi yasaklı ilan edildi.
Bundan sonrası tere yağdan kıl çekmekten de kolaydı.

Önce milletvekili seçilmesi için sıvandı kollar.

Demokrasi araç olup ajitasyona batırıla çıkarıla, milletvekili koltuğuna oturtuldu.

Koltuklar yetmiyordu artık.
Ceylan derili koltuk, altın varaklı koltuk falan derken, pırlantadan da bir koltuğu olsa, fena mı olurdu.

Hepsi onun olmalıydı, hepsi!
Hatta gerekirse bütün koltukları koltuğunun altına sokup, öyle hizaya sokmalıydı koltuksuzları.

Eh, sesi daha bir gür çıkmaya başlayınca, avam kesim de şaha kalktı.
Çılgınca güle oynaya alkışladılar, Arap oğlunu.

Arap oğlu büyük oynuyordu artık.

Parti kurulup da milli gömleği ilk giydiği gün; “Muhtar bile olamaz,” diyenler apaşıp kaldı öylece.

Refah partisinin genel başkanı Necmettin Erbakan bile; “Bu AKP, Siyonizmcidir. Yani, dış güçlerin emrinde kurulan bir partidir. Irkçı bir inanç üzerinden siyaset yapılarak, asıl hedef, büyük İsrail kurulmak istenmesidir. Bu büyük sermaye, Bop projesiyle birlikte, bizi de ele geçirecek,” dedi ama kimse o tınmadı bile.

Sosyal devlet projesi adı altında yeni planlar sokuldu devreye. Hızla, birçok yardım dernekleri falan kuruldu.
Bu dernekler, yine TV ekranlarına montaj edilerek, göstermelik birkaç yoksul alındı sahneye.

Yardım edenlerin, yardım alanların da dillerinden dökülen; (İnşallah- Maşallah- Elhamdülillah) lara bir de zırıl zırıl ağlatan şiirler eşlik edincee, fakirin onuru çiğnene çiğnene iyice bir paspas oldu.

Ama tıkırak tıkırak, şahlanarak  gidiyordu yol haritası.

“Yahu, bu hükümet din tüccarıdır, inanmayın sakın. Suni zenginlik yaratmak için, küresel güçler buna para verdi. Bu paralarla herkes bir güzel kandırıldıktan sonra, asıl terör hortlatılacak terör. Yapmayın, kanmayın. Siz kandırıldıkça, leş kargalarıyla çakallar çoğalacak. Kıymayın bu vatana. Ülke bölünecek ülke! Sonunda, hepimizi kurtlara kuşlara, çakallara kargalara yem edecek,” denildikçe, daha da çoğaldı ayakaltı sadakacılar.

Sadakacılar çoğaldıkça, hükümet devlet oluyordu, devlette hükümet!

(İt ürür, kervan yürür) naralarıyla, bir de hava atmazlar mı, ulu orta!

Hükümetten korkmaktan çok, sadakacılardan tırsar olmuştu muhalif.

Az uz değillerdi ki, korkulmasın. Neredeyse memleketin yarısı sadakacılığa adaydı.
Nasıl olmasınlar ki! Pakette sadece makarna kömür değil, bedava kutsal kitap bile vardı.

Harbiden de Arap çöllerine doğru, tökezlemeden gayet rahat yürüyordu kervan.

Vaziyet bu olunca, korkaklık esas oldu toplumda.
Tabi, yeni fırsatçılara da gün doğdu.

Yalakalık, yağdanlık kuyrukları uzadı, bir uçtan diğer uca.

Kimi cilacı oldu, kimi kadife tüylü parlatıcı.
Arap oğlu cilalandıkça parlatılıyor, parlatıldıkça cilalanıyordu.

Cila akıyordu her yanlarından.
Zübük oğlu Zübük bile bu denli cilalanmamıştı.

İlkten, eğitim sistemine çökertme oynattılar.
Rektörler, diyanetin başındakiler falan, anında üflendi.

Yeni atanan diyanet başkanına; “Cumhuriyetçilerin birçoğu alkolik ve porno bağımlısıdır,” diye fetva verdirince, Cumhuriyet Halk partisi, sadakacıların nezdinde de, resmen Cenabet Halk partisi ilan edildi.
“Eğer ki bunu diyanet başkanı söylüyorsa, illa ki doğru söylüyor,” dedi sadakacılar.
 
Mezhepçi ayrıştırmalara, artık kim engel olabilirdi.
Özgürlüğün adı da türban koyulunca, milletin a…na koymayı bile özgürlük sandı o sadakacılar.

Koyan koyana kervanına, cübbeliler de katıldı.

Yanmaz kefen satıcısı cübbeli desen, Hırka-i şerifi, Sakal-ı- şerifi falan derken, Sümük-ü şerif-in faydalarını da anlattıktan sonra, ne kadar yağdanlık ve sadakacı varsa, hepsine birden; “Şifa niyetine sürün sürüştürün,” diye, bir fetva da o verdi.
Bu da kesmedi, Sidik-i şerif tavsiye etti.

Onlar sümük sidik şerifine alışmaya çalışırken, Arap oğlu sırtındaki milli gömleği çoktaaan çıkarmış, bunun yerine hammaddesi yüzde yüz çelik gömlek giymişti.

Nasıl giymesin, gittikçe korku dağları sarıyordu.

Bu devlet devlet olalı, hiçbir devlet başkanına giymek nasip olmamıştı çelik gömlek.
O korkuyla birlikte paralel artar olmuştu yüzlerce koruma.

Kaç ak paraya mal olduğu bilinmeyen kaçak bir sarayı da dikiverince, adı Aksaray kondu.
Camları kurşun ve ses geçirmiyordu ama kapısından geçen yağdanlıkların haddi hesabı yoktu.

Eh, Kanbersiz düğün olur mu?

Cübbeli, kanaat önderi olarak davet edildiğini duyar duymaz, hadisi şerifleri de yanına alıp,  apar topar saraya koştu.

Servis edilmek üzere kurşun geçirmez camların arkasından boy boy poz verildikten hemen sonra sesleniverdi cübbeli.
”Sultanlar sultanım; ” dedi, “Ben haddim olmayarak derim ki, onca hadis-i şerifler varken, sen sen ol, bir daha sakın ola satranç oyununu hatırlatma bunlara. Allah muhafaza, vallahi billahi de onca emekler boşa gider.
Bunlar beşer sultanım, çabuk şaşar.
Hazır sünüp bürünmeye alışmışlarken, aha bu da ..o..ku..b..ku şerif.  misk kokuyor misk.”

 

Önceki ve Sonraki Yazılar