İbrahim Karamemet
AH SİNOP.. VAH SİNOP...
26 Nisan’da, Çernobil felâketinin yıldönümünde Sinop’ta nükleer karşıtı bir miting yapıldı. Yolum hiç Sinop’a düşmemişti. İş güç edindim, Sinop’lu dostlarıma haber saldım, onlar da zaten etkinlik içinde kısa bir gösteri yapacaklarmış, atladım uçağa bir gün öncesinden rüzgârlı sert bir havada Sinop’a düştüm. Sinop’a yapılmak istenen nükleer canavar felaketine ve buna karşı gerçekleştirilen görkemli direnişe geleceğim ama, önce bu nükleer santral olmasa bile Sinop’un içinde bulunduğu feci duruma değinmek istiyorum.
Uçaktan kırsal alanda çok sevimli bir havaalanına indik. Afrika’daki hemen her yerde rastlanan çoğu çim veya toprak pistli hava alanlarının ağabeyi konumundaki şirin bir havaalanı. Yanlış anlaşılmasın iniş pisti ve teknik hizmet yeni teknik standartlara uygun. Ancak bütün kompleks yemyeşil bir doğanın içinde. Uçaktan terminal binasına yürürken hemen arkasındaki bahçenin içinde otlayan inekleri seçebiliyorsunuz. Bizi Sinop’un yeşiline ve mavisine hoş geldiniz diye bir pano karşılıyor. Rüzgâr sert ama, hava temiz, ortam günlük güneşlik, ne yakıyor ne üşütüyor. Cennet gibi bir yer. Ve bu cenneti aklın havsalanın almayacağı bir tehlike bekliyor; nükleer santral..
Taksi, güpegündüz elinde fenerle dolaşan Diyogenes heykelinin önünden ve yolun yardığı kale duvarlarının arasından geçerek beni doğruca Telvin sanat merkezine getiriyor. Dostlar yarınki mitingde sergileyecekleri bir pantomim gösterisinin provasındalar. Yoğun çalışıyorlar. Ben kendimi hemen yakında bulunan kaleiçindeki eski Sinop Cezaevine atıyorum. Sabahattin Ali’yi anacağım. Girişi kontrollü, düzenli, güvenli, birkaç güvenlikçi var, gişesi bileti her şey normal bir müze girişi. Okları takip edip koskoca bir kalenin içine yerleştirilmiş 4 kısım, bir çocuk ıslah evi ve eski hapishanelerdeki olumlu bir uygulamanın örneği olan işlikleri gezmeye koyuluyoruz. Koskoca bir taş hapishanenin hüznü sarıyor içimizi. Bu hüzün biraz sonra öfkeye dönüşüyor. Evet giriş normal. Müze tabelası, gişesi, korumaları falan kapıda aletse ama, sonrası bir felaket, bir sonsuzluk ve bir terk edilmişlik içinde. Koca kale ve içindeki hapishane binası sanki kaderine terk edilmiş. Adeta yıkılsın da yerine bir otel konduralım dercesine harabolmaya bırakılmış. Hiçbir bakım yok. O kadar ki, rüzgârlı cephelerde kırılmış pencere camlarının bile önlemi alınmamış. Naylon brandalar çakılmış sıra sıra. Ve Karadeniz’in rüzgârıyla o brandalar da lime lime olmuş. Düşen bir tek taş, çıkan bir tek çivi yerine konmamış. Bilgi tabelâları bile kir pas içinde. Böylesi bir bırakılmışlık inanılmaz, bu ancak kasıtlı yapılabilir. Amaç ne anlamak mümkün değil. Acaba Sabahattin Ali’nin bir altı ay kadar burada yatmasıyla ününe ün katan Sinop cezaevini unutturmak mı istiyor bazı kesimler..
Sabahatti Ali’nin yattığı kısma yaklaşırken ortalık biraz renkleniyor. Usta Edebiyatçı hakkında bilgiler, fotoğraflar ve birkaç şiir örneği asılmış duvarlara. Ama birçoğu eskimiş, fotoğraflar solmuş. İdare binası bir parmak toz içinde, bazı odalar depo gibi, ilgisiz eşyalar gelişigüzel yığılmış. Neyse Sabahattin Ali’nin koğuşu günah savarcasına üstünkörü düzenlenmiş ama, haliyle bakımsız. Üzüldüm.. İşin arkasında bir kasıt yoksa bile üzüldüm.
Kaleyi ve hapishaneyi gezerken bir cahilliğimin farkına vardım. İnanın bilmiyordum. Meğer Sinop çok önemli bir eski Selçuklu şehriymiş. Selçuklu’nun iki önemli tersanesinden biri, Bu kalenin deniz cephesindeki büyük bölümüymüş. Önemli bir deniz üssü imiş Sinop. Diğeri malum Akdeniz’de Alanya’da. Dikkatinizi çekerim. Sekiz asır öncesinden söz ediyorum. Sekizyüz yıl önce Anadolu Selçuklu’ları denizin önemini kavramışlar, biri Akdeniz’de biri Karadeniz’de iki büyük tersane kurmuşlar. Deniz Kuvvetlerini dumur etmek isteyen belli gafillere hatırlatırım. Tersane kemerlerine bakılırsa ciddi büyüklükte gemilerin yapıldığı bir merkezmiş burası.
Şehri gezince daha çok üzüldüm. Çok yazık olmuş Sinop’a. Orda burada küçük bir kalıntı, ama önemli bir kalıntı görüyorsunuz. Ya bir eski yıkılmaya bırakılmış ahşap ev, bir çeşme, birçok isimsiz türbe. İki tarafı üç metrelik dar bir sokak ve haliyle bu değerli yüzük taşı gibi güzel eski eserin üzerine adeta boğarcasına onu hapseden dört beş katlı apartmanı andırır bakımsız çirkin binalar çökmüş. İsimsiz türbelerin çokluğu dikkatimi çekti. Sanırım çoğu bir denizcilik merkezi olan Sinop’un hırçın Karadeniz’e verdiği kurbanlarının. Türbeler ve dini eserler çok bakımlı. Ancak yalnızca kendisi bakımlı. Yanı yöresi etrafı tam bir mezbelelik. Şehrin ana caddesi iki arabanın ancak geçebildiği dar bir cadde, ama yeterli. Tabii ki, yol boyunca çirkin beton binalar, cam ve aliminyum karışımı vitrinler sıralanıyor. Birden karşınıza Alaeddin Keykubat zamanında yapılmış Camii Kebir çıkıyor. Hemen arkasında Pervane Medresesi. Çok güzel iki eser, çok da bakımlı ama tabii ki, şehrin içinde daracık sokak ve caddeler boyunca dizilen dört beş katlı ucubeler tarafından boğulmuş. Şehrin konumuna, topoğrafyasına, doğasına, o yarımadasının güzelliğine ve orada burda kalmış iki katlı şirin evlerine, hele hele eski devlet binalarının ve tarihi esrlerin mimari güzelliğine bakınca Sinop’un bir zamanlar ne kadar güzel bir şehir olduğunu anlıyorsunuz. Bugünkü haline yanmamak elde değil. Çok ama çok yazık olmuş. Eğer biraz korunabilseymiş Antalya ve Alanya kale mahallelerine ciddi bir rakip olurmuş. Bugünkü haliyle barındırdığı çok güzel ve önemli eserleri adeta bir paravana gibi örten absürd çirkin binaların istilasında doğasının güzelliğini bile zor fark edebiliyorsunuz.
Yolumuz limana düştü. Kale burçlarının bekçiliğinde şirin bir liman. Muhteşem bir iskelesi var. Başlıbaşına koskocaman bir liman doku büyüklüğünde. Bir zamanlar devamlı gemiler yanaşırdı Karadeniz iskelelerine. Ulaşım Karadeniz boyunca denizden yapılırdı, tıpkı uygar ülkelerde olduğu gibi. Şimdiki gibi denizi ve ormanı katledip otoyol caniliği sarmamıştı ülkeyi. Kale burçlarından iskeleye uzun uzun baktım. İnen binenle kaynayan, yüklenen boşaltılan yüklerle hareketlenen iskele ve gemi öyküleri canlandırdım kafamda. Yazık dedim, koca iskele, şimdi ne işe yarıyor acaba. Bir kere daha yanılmışım. Ertesi sabah Telvin Sanat evinde davetli olduğum kahvaltıya giderken Sinop’u sis basmıştı. Limandan geçerken önce hayâl görüyorum sandım. Sisin içinde koskoca bir yabancı kreuzer gemisi gözüme gözüktü.. Ama gerçekti. İçinden her milletten bir dolu turist indi. Diyojen’in memleketini, Sabahattin Ali’nin hapishanesini, kaleyi ve Midilli Zırhlısı’nın yaralandığında saklandığı doğa harikası orman içindeki saklı deniz fiyordu Hamsilot’u görmeye geliyorlar. Hamsilot’a en çok Almanlar rağbet ediyor. Daha bu mevsimde, havalar ısınmamışken koca turist kreuzeri gelmiş, yanaşmış. Yazın çok turist gelirmiş.
Bu güzel şehir bu kadar tahrip edilmeseydi acaba daha neler olurdu. En güzel köşelerinden biri olan Ak Liman ve Hamsilot koyu tam da nükleer santral yapılacak yerin altı. Türkiye’nin ilk ve en ciddi Deniz Araştırmaları Fakültesi de tam oracıkta. Yarın da Nükleer Santrala “HAYIR” mitingi var. Bütün bu değerlerin arasına hangi akıl nükleer santral yapar havsalam almıyor. Böyle bir hainlik düşmana bile yapılmaz. O santral yapılırsa acaba o turist gemileri sisler arasından çıkıp gelecekler mi ilerde?.. O Deniz Bilimleri fakültesi o santralden sonra neleri araştıracak?..
Ah Sinop, Vah Sinop sana bu güne kadar çok yazık olmuş. Gene de elde kalanlarınla bile çok şirin bir yersin. Cennetten bir köşesin. Ama, asıl tehlike, adeta sonunu hazırlayacak olan bu nükleer santral. Sakın ama, sakın yapılmasına izin verme. Bakalım miting nasıl olacak. Diren Sinop, Türkiye seninle. Yöneticilere pabuç bırakma.