Bu arada Silivri anıtsal direnişçilerini de unutmamak gerekir. Düzmece davalarla çok uzun süre tutukluluğa mahkûm edilen yiğit insanların, Silivri mahkemesinde Atatürkçü Cumhuriyet’in yargılandığının farkında olarak gösterdikleri dik duruş ve verdikleri mücadele her türlü takdirin üzerindedir. Hepsine selam olsun.
Atatürkçü, laik-demokratik Türkiye Cumhuriyeti rejimini İslami cumhuriyete dönüştürmek isteyenlere karşı direnmek anayasal haktır. Bu bağlamda Taksim’den başlayıp tüm Türkiye’ye yayılan eylemlerin şanlı ve yürekli direnişçilerini kutluyor, sevgiyle kucaklıyor ve saygıyla selamlıyorum.
Bu arada Silivri anıtsal direnişçilerini de unutmamak gerekir. Düzmece davalarla çok uzun süre tutukluluğa mahkûm edilen yiğit insanların, Silivri mahkemesinde Atatürkçü Cumhuriyet’in yargılandığının farkında olarak gösterdikleri dik duruş ve verdikleri mücadele her türlü takdirin üzerindedir. Hepsine selam olsun.
Atatürkçü rejimi korumak için direnmek, “çapulculuk”, “teröristlik” ya da “eşkiyalık” değil, bir anayasal haktır. Çapulculuğu ve teröristliği biliyorduk da eşkiyalık nereden çıktı” demeyin. Başbakan Erdoğan 2010 yılında yargının dönüştürülmesini sağlayan yasalar çıkarken halkı direnmeye çağıran muhalefet milletvekillerine “Siz eşkıya mısınız?” diye seslenmişti.
Direnmenin anayasal bir hak ve görev olduğunu açıklamaya çalışalım.
Önce Anayasa Mahkemesi kararı
Ali Rıza Aydın’ın 02.06.2013 günü Haber Artı Türk’te yayımlanan ve direnme hakkını Anayasa Mahkemesi (AYM) kararına dayanarak açıklayan yazısı aydınlatıcı ve yararlı olmuştur.
AYM, 1 Şubat 1988 günü kurulan Sosyalist Parti Tüzüğü’nün 18. maddesindeki “direnme hakkı”na ilişkin düzenlemeyi Anayasa ve Siyasi Partiler Yasası’na aykırı bulmayarak; Tüzük’teki bu düzenlemenin siyasal partinin kapatılmasına gerekçe oluşturmayacağını kabul etmiştir. Bu kabul doğrultusunda da, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açtığı kapatma istemli davayı reddetmiştir. (08.12.1988 günlü, E.1988/2-SPK, K.1988/1 sayılı karar)
AYM bu kararında, “direnme hakkı”nın bireysel özgürlük alanı içinde olduğunu benimsemiş, bu hakkın anarşiye neden olacağı savını ise kabul etmemiştir. John Locke’ın da belirttiği gibi, “Sözleşme’nin feshi anarşi doğurur kaygısıyla insanlar diktatörlüğü kabul etmek zorunda değildir.”
Tarihsel süreç
AYM’ne göre direnme hakkı, dünyadaki anayasal metinler bağlamında anayasa hukukuna yabancı olmayan bir kavramdır. Gerçekten;
- İngiltere'de Büyük Özgürlük Fermanı (Magna Carta Libertatum, 1215 madde. 61 ),
- Haklar Dilekçesi (petition of Rights, 1628) ,
- Habeas-Corpus ACT ( 1679) ,
- Haklar Bildirgesi (Bill of Rights, 1689),
- Amerika Birleşik Devletleri'nde Virginia İnsan Hakları Bildirgesi (1776 mad. 3),
- Fransa'da, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi (Baskıya karşı direnme, mad. 2),
Gibi anayasal belgelerde direnme hakkı değişik ifadelerle yer almıştır.
4 Temmuz 1776 ABD Bağımsızlık Bildirgesi’nde, “Hükümetin, bireylerin yaşam, özgürlük, mutluluğa erişme gibi doğal ve devredilmez haklarına aykırı politika izlemesi durumunda, halkın onu devirme hakkı” bulunduğu yazılıdır.
26 Ağustos 1789 günlü Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nde, direnme hakkının, “yaşam, özgürlük, mülkiyet” hakları kadar, “her zaman geçerli olan ve zamanaşımına uğramayan” doğal ve temel bir hak olduğuna yer verilmiştir. 1791, 1793, 1852, 1946 ve 1958 Fransız anayasaları, İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ni esas almıştır.
1791 Fransız Anayasası’nın 2. maddesinde direnme hakkına yer verilmiştir.
1793 Fransız Anayasası’nın 33 ve 35. maddelerinde, “Zulme karşı direnme, diğer insan haklarının sonucudur” ve “Hükümet halkın haklarını zedelerse, ulusun ve ulusun her parçasının direnişi, hakların en kutsalı ve görevlerin en gereklisidir” denilmektedir.
1852, 1946 ve 1958 Fransız anayasalarında zulme karşı direnme hakkı tanınmıştır.
Federal Alman Anayasası’nın 20. maddesinde, en son çare olarak halka, hükümete karşı direnme hakkı tanınmıştır.
Amerikan Anayasası ve Yunanistan Anayasası’nda da direnme hakkına açıkça yer verildiği görülmektedir.
Bizim 1961 Anayasası’nın başlangıç bölümünde de; Türk Ulusu’nun, Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu yitirmiş bir iktidara karşı, “direnme hakkını” kullanarak 27 Mayıs 1960 devrimini yaptığı yazılıdır.
Baskıya karşı direnme hakkı, iktidarların temel hak ve özgürlükler konusundaki yetkilerini kötüye kullanmalarına karşı toplumların ve bireylerin kendilerini koruma yöntemlerinden biri olarak eski çağlardan beri kabul edile gelmiştir.
Başka bir anlatımla direnme hakkı, binlerce yıl süren mücadeleler sonunda insan olmanın temel öğelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Direnme hakkını tarihsel süreç içinde, çok daha eskilerden beri düşünürlerin söylemlerinde görmek olanaklıdır.
Milattan önce Çin Filozofu Konfiçyüs ve Yunan Filozofu Epiküros, Ortaçağ filozoflarından Thomas Aquinas, iktidarın zulmetmesi ve adil olmaması halinde, halkın ayaklanma hakkı doğduğunu kabul etmişlerdir.
Toplumsal Sözleşme teorisyeni John Locke ise direnme hakkını en temel haklardan biri saymıştır.
Locke’a göre, iktidar-halk ilişkisi sözleşme anlayışına dayanır. Bireyler sahip oldukları doğal haklarından, devletle bir sözleşme yaparak vazgeçerler. İktidar yönetilenlerin haklarını ihlal eder, sözleşme ile yaratılan güveni kötüye kullanırsa, o zaman yönetilenlerin direnme hakkı doğar.
AKP hükümetleri, Cumhuriyet’in Kurucu İradesi’nin “toplumsal sözleşmesini” bozmuştur. Bu nedenle halkın direnme hak ve görevi doğmuştur.
Anayasamızda direnme hakkına olur veren kurallar
Evrensel, doğal ve meşru bir hak olan direnme hakkını bir de Anayasamız yönünden incelemeye çalışalım.
1) 1982 Anayasası’nın başlangıcında, bu Anayasa’nın, Türk Ulusu tarafından, demokrasiye âşık “Türk evlatlarının vatan ve millet sevgisine emanet ve tevdi” olunduğu vurgulanmıştır.
Önce başlangıç bölümünün önemi üzerinde durmak gerekir. Anayasa’nın 176. maddesine göre başlangıç bölümü, Anayasa’nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri içermektedir. Anayasa’nın 2. maddesinde de, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayandığı vurgulanarak, başlangıcın temel ilke ve kuralları içerdiği bir kez daha gözler önüne serilmiştir.
Yine 176. maddeye ve gerekçesine göre, başlangıç bölümünde yer verilen temel görüş ve ilkeler Anayasa metnine dahildir ve Anayasa’nın maddelerinde yazılı kurallarla eşdeğerdedir.
Bu önemi göz önünde bulundurduğumuzda, başlangıçta yer verilen ilkenin önemi kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bu ifadeyle, her “Türk Evladına” Anayasa’yı ve anayasal düzeni koruma görev ve sorumluluğu verilmiştir. Bu görev ve sorumluluk, son kertede düzenin değiştirilmesine “direnme görevini” de içermektedir.
Peki korunacak olan anayasal düzenin içeriği nedir?
Atatürkçü Düşünce Sistemi ya da Atatürkçülük ideolojisi (ki onun adı Kemalizm’dir) Anayasamızın temelini oluşturmaktadır. Yani Atatürkçü ideoloji anayasal düzenin temel dayanağı ve esasıdır. Atatürkçülüğün temelinde ise laiklik, tam bağımsızlık, Türk Ulusu ve ulusal birlik, ulus ve üniter devlet yapısı vardır. İşte korunacak olan anayasal düzenin yapı taşları bunlardır.
2) Ayrıntıları yukarıda açıklanan kararıyla Anayasa Mahkemesi, direnme hakkını, anayasa kapsamında bireysel özgürlük alanı içinde görmüştür.
3) Anayasa Koyucu, bu yapı taşlarını korumak için kendisi gerekli kuralları koymuştur. Yani Anayasa kendi düzenini korumak için gerekli kurallara ve donanıma sahiptir.
Önemle üzerinde durulması gereken, yurttaşların anayasal düzeni korumak adına örgütlenme özgürlüğüne sahip olmasıdır. Anayasamıza göre; önceden izin almadan
- Herkes, dernek kurma, derneklere serbestçe üye olma (m.33),
- Herkes, silahsız ve saldırısız olmak koşuluyla toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma (m.34),
- Çalışanlar ve işverenler sendika kurma ve bunlara serbestçe üye olma (M.51),
Hak ve özgürlüğüne sahiptir.
Örgütlenme özgürlüğünün en önemli nedeni, Atatürkçü anayasal düzenin korunması için örgütlü bir yapı oluşturulmasıdır.
Siyasal partiler de bu düzeni korumakla yükümlüdürler. Anayasamıza göre, siyasal parti kurmak için önceden izin alınmasına gerek yoktur. Ancak siyasal partilerin tüzük ve programları ile eylemleri, “Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne, millet egemenliğine, demokratik ve laik Cumhuriyet ilkelerine” aykırı olamaz. (m.68) Aykırı olursa ne olur? O siyasal parti Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın açtığı dava üzerine Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılır. (m.69)
Anayasa Koyucu Atatürkçü anayasal düzeni korumak için Anayasa Mahkemesi’ni de oluşturmuş ve ona “Anayasayı Koruma Kurulu” işlevi yüklemiştir.
Anayasa’nın başlangıç bölümüne yeniden dönülürse, bu bölümde, egemenliği Türk Ulusu adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi, organ ya da kuruluşun, bu Anayasa’da gösterilen hukuk düzeni dışına çıkamayacağının açık biçimde kurala bağlandığı görülecektir.
Yani ulusun temsilcileri, Anayasa’da yer verilen “Atatürkçü anayasal düzeni” değiştirmeye yeltenemez. Yeltenirse, Türk Ulusu’nu oluşturan yurttaşların gereğini yapması gerekir. Çünkü egemenliğin asli sahibi olan Ulus, Anayasa’yı koruma görevinin de asli sorumlusudur.
Ne var ki yönetenler Anayasa’yı yok sayıp, Anayasa Mahkemesi’ni de görev yapamaz duruma getirerek, düzene aykırı davranışlar içine girebilirler.
İşte bu durumda yurttaşlar, anayasal buyruğun gereği, her türlü demokratik ve hukuksal yolu kullanarak Atatürkçü anayasal düzeni korumakla yükümlüdürler. Cebir ve şiddet içermeyen direnme görevi de demokratik ve bireysel bir hak olarak “koruma yöntemleri” arasındadır.
4) Anayasa’nın 58. maddesinde gençliğin korunması düzenlenirken, korunacak gençlik, kendisine “İstiklal ve Cumhuriyetimizin emanet edildiği” gençlik olarak tanımlanmıştır. Bu tanım Anayasa Koyucu tarafından bilinçli olarak yapılmıştır.
Türk Gençliği’ne, bağımsız Türk Cumhuriyeti’ni sonsuza kadar koruma ve yaşatma görevi, Büyük Nutuk ve Bursa Nutku’nda doğrudan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, Yüce Önderimiz Atatürk tarafından verilmiştir. Gençliğe Hitabe’nin ilk tümcesini anımsayalım:
“Ey Türk Gençliği!
Birinci görevin, Türk bağımsızlığını, Türk Cumhuriyetini, ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.”
Çünkü Yüce Önder’e göre, Türk Gençliği’nin “varlığının ve geleceğinin tek temeli budur” ve “bu temel en kıymetli hazinesidir.”
İşte Atatürk tarafından verilen bu görev Anayasa’nın 58. maddesinde bir anayasal buyruk olarak yinelenmiştir.
Ne yazık ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin getirildiği noktada, bir üniversite rektörü çıkıp gençlere “Cumhuriyeti koruma görevini size kim verdi?” sorusunu sorabilmekte ve “Biz bu görevi Atatürk’ten aldık” yanıtı nedeniyle Türk Genci’ni cezalandırabilmektedir.
Yüce Atatürk, kendilerine Türk bağımsızlığını ve Türk Cumhuriyeti’ni koruma görevi verdiği Türk Gençliği’ne bunun yolunu ve yöntemini de göstermiştir. Bu yol ve yöntemin içinde “direnme hakkı” da bulunmaktadır. Bunu anlamak için Büyük Nutuk’un sonundaki “Gençliğe Hitabe”nin ve “Bursa Nutku”nun bir kez daha okunması yeterli olacaktır. Türk Gençliği, Atatürk’ün deyişiyle “devrimlerin ve rejimin sahibi ve bekçisidir.”
Türk Gençliği bu görevin gereği olarak, işbirlikçi ya da karşıdevrimci iktidarlara karşı direnme göreviyle mücadele etmek yükümlülüğündedir. Ülkenin kolluk güçleri ve yargısı görevini yerine getirmezse, olaya derhal müdahale etmek zorundadır.
Yasama, yürütme ve yargı organları da dahil tüm devlet iktidarını ve gücünü eline geçiren siyasal iktidara karşı Atatürkçü Cumhuriyet’in korunması için, Türk Gençliği’nin ve Türk halkının direnerek mücadele etmesinden başka bir yol ve seçenek kalmamıştır. Çünkü rejimi koruması gereken organ, kurum ve kuruluşların tümü, artık rejimi dönüştürmenin aracı durumuna gelmişlerdir.
5) Anayasa’nın 90. maddesinde, yöntemine göre kabul edilen uluslararası sözleşmelerin iç hukuk normu olarak kabul edildiği kurala bağlanmıştır.
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nca 10 Aralık 1948 günü kabul edilen ve Türkiye tarafından 6 Nisan 1949’da onaylanan İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin önsözünde yer verilen, “insan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevk eden…” ile “insanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için” ifadeleri, Bildiri’nin direnme hakkını bir insan hakkı olarak kabul edildiğini göstermektedir.
Bu ifadelerin, Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca iç hukukumuza taşındığını vurgulamak yeterlidir.
Hükümeti “yıkmak” değil, “değiştirmek”
Direnme görevini yerine getiren eylemcileri “Hükümeti yıkmakla” suçlamak, eskilerin deyişiyle “abesle iştigal”dir; boşa uğraşmaktır.
Düşünce özgürlüğünün olduğu demokrasilerde, isteyen hükümeti destekler, isteyen kendi ideolojisine uygun yeni bir hükümetin kurulmasına çabalar.
Hükümeti yıkmak, anayasal düzene karşı, silahla, cebir ve şiddet kullanarak olur. Cebir ve şiddet olmadan, silah kullanılmadan gerçekleştirilen eylemler, direnme hakkının kullanılmasından başka bir şey değildir.
Nitekim yukarıda açıklanan 34. maddede de bu ayrım yapılmış, silahsız ve saldırısız eylemler serbest kılınmıştır. Çünkü silahsız ve saldırısız eylem yapma hakkı, düşünceyi açıklama özgürlüğünün bir parçası ve tamamlayıcısıdır.
Öte yandan, direnme görevinin yerine getirilmesi için siyasal iktidar tarafından temel hak ve özgürlüklerin ya da anayasal düzenin sistemli bir biçimde ihlal edilmesi, bir baskı ortamı yaratılması ve buna karşı başvurulacak hukuk yollarının kapalı olması gerekir. Başka bir deyişle, direnme hakkına Alman Anayasası’nın belirttiği gibi “en son çare” olarak başvurulabilir.
Günümüzde anayasal düzenin sistematik biçimde dönüştürülmesi sonuçlanmak üzeredir. Adına ister toplumsal baskı, ister mahalle baskısı denilsin, dönüştürmeyi engelleyecek halk yığınları üzerinde ağır baskı vardır. Tüm devlet gücünü eline geçiren siyasal iktidarın baskısını da buna eklemek gerekir.
Yasama ve yürütme eylem ve işlemlerinde Anayasa yok sayılmakta, kurulan yeni AKP yargısı da bu eylem ve işlemleri onaylamaktadır.
Başvurulacak hukuk yolları kapalı değildir, ancak AKP yargısından nasıl sonuç alınacağı baştan bellidir. Hukuk düzeni çökmüştür. Direnme görevi, çöken hukuksal durumun yarattığı ortama son vermek için de başvurulan bir araçtır.
Basın özgürlüğünün ihlali nedeniyle halkın bilgi edinme hakkının sınırlandığı, yargının bağımsız olmaması nedeniyle temel hak ve özgürlüklerin güvencesiz kaldığı, baskı ve korkunun egemen olduğu bir ülkede son çare olarak direnme hakkının kullanılması kaçınılmazdır.
Doğrusunu söylemek gerekirse imam hatipliler ve Kuran kursundan yetişenler laik Cumhuriyet’e hep karşı olmuşlardır. Arkalarında siyasal destek bulamadıkları için 2002 yılına kadar kinlerini içlerine gömmeyi yeğlemişler ve bunu zaman zaman ifade etmişlerdir. AKP ile birlikte siyasal iktidardan güç alanlar Atatürkçü anayasal düzene saldırmaya başlamışlardır. Başbakan Erdoğan da “kinine sahip çıkacak dindar nesiller istiyoruz” söylemiyle bu saldırıya destek vermiştir.
Aslında Türk Gençliği’nin direnişi 444 dinci eğitim yasası çıkarılırken başlamalıydı. Çünkü tüm eğitim sistemini imam hatipleştiren bu sistem ilk mezunlarını vermeye başladığı yıldan sonra (ki bunun Cumhuriyet’in kuruluşunun 100. yılı olan 2023’e denk gelmesi planlanmıştır) artık Atatürk Cumhuriyeti’ni savunacak, temel hak ve özgürlükler konusunda baskıya direnecek Türk Gençliği de bulunmayacaktır.