Bir köşe yazarı ağabeyimizle mesajlaşırken O’na yazdım aşağıdakileri dün.
Utandım, o dakikada bunları yazdığımdan da. Şehit cenazeleri yerdeyken ben bunları düşünüyordum, sabaha kadar.
Bilmiyorum...
Yıkılmak istemiyorum, mücadelemden vazgeçmek istemiyorum.
Ama, ben yorganıma sarılmış uyurken gecenin saat üçünde, "Bitlis Sehi ormanlarında şehit" diye bir mesaj gelince uyuyamıyorum. Hepsi yirmili yaşlarda genç uzman erbaşlar, şehit ve yaralılar.
Antalya Akseki Jandarma Komando Taburunda olmaları lazım. Orada görev yapıyorlar. Atamaları orası.
Ailelerine dahi Bitlis'te Kars'ta olduklarını söylememişlerdir. Tıkanıyoruz, kendimize yakıştıramıyoruz, söyleyemiyoruz ortada şehit varken.
Ama onlar tayin döneminde atama isteselerdi, Antalya'da görev yapıyorlarmış gibi işlem görüp, terörle mücadele bölgesine atanacaklardı.
Çünkü bir subay veya astsubay, batıda görevliyken, doğuya göreve gitse orada geçirdiği süreler safahatına kaydediliyor.
Atama isterken diyorlar ki; "sen orada kalmışsın zaten, oradaki sürelerini mahsup ettik, seni rahat bir yere verelim... "
Ama bu gün şehit olan kardeşlerimiz, yaşasalardı ve atama isteselerdi alacakları cevap, tabii tenezzül buyurulur da verilirse: " Antalya'da görevlisin, arada gittiğin terörle mücadele bizi ilgilendirmez, tayin istiyorsan biz seni Antalya'dan terörle mücadele bölgesine vereceğiz... "
Asker ölür de, yaralanır da. Bu kabul ettiğimiz bir durum. Hepimizin cebinde hep alacaklarımız (ki o hiç olmadı) ve borçlarımızın yazılı olduğu bir helallik kağıdı bulunur. Ölürsek, geride kalanlarımız borçlarımızı bilsinler diye.
Yani o kadar ölmeye hazırız ve korkmuyoruz. Ölmek Vatan için koymuyor da, bu Vatan bize çok adaletsiz davranıyor. Hastalanınca atıyor bir kenara. Yaşlanınca atıyor bir kenara.
Hatta terör örgütü bizi kaçırsa; atıyor hemen. Alnımızda koca bir leke: "TSK'dan atılmış" bir vatandaş olarak, memleketlerimize geri dönemiyoruz.
Biz gariban ailelerin evlatlarıyız. Hemen çevrede laf çıkıveriyor: "kim bilir ne halt etti de attılar" diye. Şimdi dört şehit var.
Az önce Bitlis Sorgun Kışlasından uğurlandılar. Kısacık özgeçmişleri bir subay tarafından okunmuştur. "Kardeşimizdi, biz bir aileyiz..."
Dedim ya, bilemiyorum, söyleyemiyorum, tıkanıyorum...
Utanıyorum Şehidimizden.
Şimdi çelenkleri söyledik. Cenazelere dağılacağız, toprak atacağız.
Yılın en uzun gecesinde, biz sıcacık yataklarımızdayken, toprağa düşenleri, uğruna düştükleri toprağa gömeceğiz.
Resimlerini bağrımıza iğneleyeceğiz.
Annelerine sarılacağız.
Onlar bizi koklayacaklar. "Unutturmayacağız" deyip, akşam yine sıcak yataklarımızda uyuyacağız. Ben uyuyanları düşünüp yine uyuyayamayacağım.
Bana koyan ölenlere üzülmek değil. "Bu memleketin insanlarının yüreği nasıl bu kadar nasır tuttu" işte bana koyan, uykusuz bırakan bu.
Toprağa vermeden de kıymetlerini bilelim diyeceğim ama toprağa verdikten sonra dahi kıymetini bilmiyoruz ki.
Nasıl anlatayım?
Neresinden başlayayım?
Kendime yakıştıramadım.
Toprak şehit bekler. En iyisi yine yarım bırakayım...
Köşe yazarı ağabeyim cevaben demiş ki:
Ya sen ne iyi adamsın... Ailen ne şanslı... Uğruna mücadele ettiklerin de hiç olmazsa senin gibi birine yaslanıyor...
Gözlerim doldu... Yüreğine, diline sağlık...
Sevgiyle dostlukla
***
BENİM YENİDEN CEVABIM BU... ŞİMDİ BUNA AĞLAMAKLIYIM...
Yetişemeyecek kadar güçsüz olduğuma,
köprüler atılmasın diye yumruklayamadığım masaya,
buz donmuş toprağı kazarken, oraya uzanacak bedene değil de,
annesinin gözyaşına üzülmek kötü.
Güçsüzüm Abii. Çok güçsüzüm. Buna üzülüyorum.
Söylesem olmuyor, söylemesem olmuyor. Bütün kardeşlerime de bu ruhu aşılayamadığım için de kusurluyum.
Bir yolunu bulmalıydım, kadınlar, çocukları bin kişiyle değil de,
10bin kişiyle meydanlara toplayamadığım için, 1500 kişi de kaldığım için bunu beceremediğim için kusurluyum...
Selamlar abiim.
Güçsüz olduğum için herkesten özür diliyorum, güçsüzüm, bunun için de üzgünüm…