Çıraktı.
“Eyyy sen kimsin;” Çığırtkanlığıyla terfi etti ustalığa.
Her konuşması, sadakacıların nabzına göre bir şerbetti.
Hangi dilden hoşlanıyorlar, damarlarını biliyordu, sadakacıların.
Tabi ya, gelenekçilerin kalkıp da yenilikçilere alkış tutacak hali yoktu ya.
“Ananı da al git, lan, ulan, ahlaksız, namert, omurgasız;” diyebilen bir ustaları vardı artık, o sadakacıların.
Ardındaki sadakacıların ihtişamlı desteğini gördükçe, “Yetmez ama evet,” sesleri yükseldikçe açıldı iştahı, ustanın.
Gaza geldi.
Gaza geldikçe kattı tozu dumana.
Tam da, ortalığın toza dumana karışmışlığı esnasında reis oldu.
Tozdan dumandan görülmez olmuştu memleket.
Sadakacılar, o toz duman içinde, sadece bir reisi görebiliyorlardı hem de sadakatle.
Öyle ya, sıradan biri değildi bu adam.
(Allah-Peygamber- Din- Kur’an- Göklerden gelen bir karar var.) diyordu.
Ve tüccar ruhani gözüktükçe köreliyordu kimilerinin akıl gözü de.
O kimilerinin akıl gözü köreldikçe veriyordu Allah, reise.
Allah verdikçe, fareler kozmik odalara kadar girebilmiş, tüm gizli kriptoların aslını kemirerek yok etmeyi başarabilmiş, TSK da artık ondan sorulur olmuştu.
Öyleyse bu durumda başkomutanlık da bir ona yakışırdı.
Bu memlekette kıytırıktan başkomutan olunuyorsa, sürüyü güden çoban niye olunmasın;” dedi ve davarları güden çobanlığa göz dikti.
Bunların Allah’ı öyle bağışlayıcıydı ki, tüm ulvi makamları, bir çobana cömertçe bağışlamaktan utanç bile duymuyordu.
Hocalık da Allah’ın ona bahşettiği vasıflardandı.
Ardından ihrama girdi hacı oldu.
Kutsal bilinen topraklarda, memesiyle birlikte, yeniden kutsandı..
Gerine gerine gösterdi memeyi, cümle aleme.
Akıl gözü körelenler, “Evet, evet, evet. Emmeye de evet, gö…. ye de evet;” diyerek devam ettiler tezzerruata.
“Aç, aç, aç;” tezerruatı yapıldıkça açıldı saçıldı çoban.
Açılıp saçıldıkça yükseliyordu mertebesi.
Yükseldikçe yükseldi, göklere.
Yüksek maaşlı şakşakçıları sayesinde her şey olabilme kudretine ermişti artık.
Bu paralı Allah öyle cömertti ki, aslı çırak olsa da, çobana yeniden yorumlattırdı Müslümanlığı.
Gaza geldikçe artıyordu çobanın özgüveni.
“Bakın bakalım, hemen araştırıp soruşturun, kullanılabilinir en ulvi şey nedir, onu bulun;” diye emir verdi, etrafındaki paralı yalakalara.
Anında cevap verdi paralı yalakalar, “Peygamber;” dediler.
Hemen yine yeniden bindi zaman tüneline.
Yine bin beş yüz yıl geriye giderek, bu kez mağara ağzına ağ örmüş örümceğe sarıldı.
Koca memleketin taşıyamadığı bir düzenbazı, bir fırçayla yok edebilecek bir örümcek ağı taşıyacaksa, hodri meydan.
Örümcek ağıyla geldi, fırçayla süpürülecek o orta çağa!
Nalan Türkeli