Yaşıyorsa DNA’ları bir yerlerde, hala muhaliftir, hala muziptir ve hala kıpır kıpırdır, eminim.
Her ölüm yazısı, insanın kendiyle hesaplaşmasının su yüzüne çıkması. Her ölüm yazısı, gidenden çok, gelecek olan ölümün karşısında ruhun titremesi ve her ölüm bir sonraki ölümün soğuk bekleyişi.
Tuncel Kurtiz için yazılacaklar bu sayfaları aşar da gider. Ama ne yazsak, ne söylesek, neleri bağırsak da artık duyuramayacağımız kadar uzakta. Onun ölümüne ağıt yaktığımız her satır, kendi ölümümüzü geciktirme çığlığıdır, hepsi bu.
Öylesine kör bir karanlık ki ölüm, geride bıraktığınız hiçbir şey artık sizin olmayacak. Geride bıraktığınız hiçbir şey kulaklarınızı tırmalamayacak. İntikamlar, aşklar, sevgiler, başarılar, hırslar, tutkular… Kısacası insana dair her şey ölen için artık yok olup gidecek. Bakmayın cennet-cehennem vaadlerine, buradaki yaşamı bilmediğiniz sürece oradaki yaşamdan size ne?
Ölüm bir hesaplaşma değil, bir sonuç. Tuncel Kurtiz, ne kadar istemiş olsa da 87’leri, 97’leri göremedi. Göremediğinin de farkında olmadan öldü. Mutlu taraf bu. Yaşıyorsa DNA’ları bir yerlerde, hala muhaliftir, hala muziptir ve hala kıpır kıpırdır, eminim.
İnsanoğlu kendisinin artı sonsuz ile eksi sonsuz arasında hangi ölçekte, hangi zaman diliminde ve hangi boyutta olduğunu bilemiyor. Kendi boyutunu saptayabileceği bir karşılaştırma ekseni yok, somut bir mihenk taşı falan da yok. Daha küçük mü yaşam, daha büyük mü, kimsenin bildiği de yok. Elimize tutuşturulan hurafelerden öte bir ihtimal hesabı bile yok.
Geri dönüşü olmayan bir yol olduğu kesin. Bulutların üzerine çıkıp da aşağıya kimsenin baktığı da yok, unutun bunu. Tek somut olan ölüm. Bunun ne anlama geldiğini de kimse bilemiyor. Bize yansıyan anlamı, artık aramızda olamayacağı, o kadar.
Tuncel Kurtiz’i “Sürü” filminde herkes görmüştür. Zaten o filmdeki oyunculuğuyla bir anda herkesin tanıdığı bir isim oldu. Oysa çok daha başarılı olduğu filmleri, oyunları var. Özellikle ses rengi yüzünden akılda hep kalan bir isim olmayı başardı.
Muhalifti, bir sanatçının olması gereken yerde durdu hep. Ama siyasi olarak Yılmaz Güney filmlerinde oynadığı için “solcu” sayıldı. Oysa gerçekten o bir sanatçının olması gereken yerdeydi ve bizim ona “solcu” dememize hiç ihtiyacı yoktu.
Adres defterlerinden hızla isimler silme yaşına geldiğinizde, aynadaki görüntünüzü de her gün biraz daha yaşlanmış görürsünüz. Ölüm insanda hep bir “sıralama” yaratır. Ölüm ilanlarını her gün izleyen insanların aradığı kendi ölüm ilanı değildir elbette, kendi yaşıtlarıdır, arkadaşlarıdır, kimin sağ kaldığı merakıdır.
Yaşıtlarınız hala yaşıyorsa, sizin de yaşamak gibi bir lüksünüz var gibi gelir. Oysa ölüm çok daha genç yaşta insanları toparlayıp götürdüğünde, mezar taşında yazan doğum ve ölüm tarihleri bile yabancılaştırır insanı. Soğuk bir mermer ve üzerinde bazı rakamlar…
Tuncel Kurtiz’in öldüğünü duyduğum anda valizimi toplayasım geldi. Sanki bu işler sırayla olurmuş gibi bir duygu kalıyor insan beyninin varsa damağında… Sanki daha dün ölmedi Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük ve diğerleri. Sanki yaşam adaletini adliye sarayının bahçesindeki heykelden alıyor da dağıtıyor gibi. Kimi görürse kesen bir kılıç var ölümün elinde ve hiç de adil davranmıyor.
Tuncel Kurtiz’e de adil davranmadı. Geliyorum diye uyarmadı. Ansızın geldi ve kapıp götürdü. Türkiye için önemli bir değeri yok etti. Çaresizce arkasından bakakaldık, ama o bizim şaşkın bakışlarımızı da göremedi, göremeyecek.
Söyleyecek fazla bir şey de yok: Ölüm hepimizin tadacağı bol tuzlu bir yemek. İstemesek de yemek zorundayız.
Işıklar içinde yat sevgili Tuncel Kurtiz, unutulmayacaksın.