Vakit gece yarısını çoktan geçmişti. Yazımı bitirdim ve bilgisayarı kapatıp televizyonu açtım. Çoğu kanalda, hatta Halk Tv ve Ulusal Kanal’da bile alaturka liberallerle yandaş medya bülbülleri konuşuyordu. Bazı kanallar ise penguen, hipopotam, su aygırı veya iguana belgeseli yayınlıyordu. Epey bir kanal dolaştıktan sonra son açtığım kanalda Nazlı Ilıcak’la Rasim Ozan Amasyalı’nın program yaptığını fark ettim. Nazlı Ilıcak Gezi eylemlerinin yurtdışı bağlantılarından söz ediyor, Rasim ise Gezi teröristlerinin Ergenekoncuları kurtarmak için yaptıkları planları anlatıyordu. Televizyonu kapatmak istedim. Koltuktan kalktığımda Nazlı Hanım “Bizden izinsiz televizyonu kapatamazsın. Artık yalnızca bizi dinleyip bizi okuyacaksın. TMSF bütün televizyon ve gazetelere el koydu. 2023’e kadar böyle” dedi. Hızla ilerleyip televizyonu kapattım. Ama televizyon kapanmamıştı. Rasim kameraya burnunu dayayıp dilini çıkardı ve sonrasında “Laftan anlamıyosun moruk” deyip güldü. Biraz tırlattığım vehmine kapıldım. Bir iki kadeh votkayla kafamı toparlayabileceğimi düşünüp mutfağa geçtim. Ancak barı açtığımda rafların ayran ile dolu olduğunu gördüm. Alttaki rafta, hafta sonundan kalma votka şişesinin üzerinde ise “Bok iç” yazıyordu. O sırada sokak kapısından gürültüler gelmeye başladı. Korku içinde mutfaktan çıktım. Kapıya yaklaşıp mercekten bakınca uzun boylu, gergin ve sarıklı bir adamın kapıyı kırarcasına tekmelediğini gördüm. “Kim o?” diye seslendim. Adam dışarıdan tok bir sesle “Millet iradesi!” diye yanıt verdi. Kapıyı açtığımda son tekme göğsüme indi ve yere yuvarlandım. Kalbim durmuştu sanki. Bir süre sonra kendime geldim. Kafamı kaldırdığımda adam bana “Selamen aleyküm, demokrasi kapına geldi” deyiverdi. Beyefendiyi tanımıştım ama kafasındaki sarığa bir anlam verememiştim. Üzerindeki kaftanın cebinden dolarlar ve avrolar taşmış yerlere dökülüyordu. Arkasında 4 kişi daha vardı. Ama ben sıradan bir vatandaştım. Beyefendinin kapımda ne işi olabilirdi? Korku içerisinde “Ne istiyorsunuz?” diyebildim. Sinirli bir tavırla “Önce selamımızı alsaydın” dedi. Koridorda bir tur atıp kütüphanemdeki kitapları taradıktan sonra “Burası Ergenekon kokuyor” diye söylendi. Solundaki şişman adam üniversite hocası olduğunu, demokrasinin artık kapımıza dayandığını ve arzu edersem liberalizmin kerametlerini anlatabileceğini belirtti. Beyefendinin sağ tarafındaki hafif kıvırcık saçlı yaşlı adam beni rehabilitasyona tabi tutacaklarını söyleyip “Dinlemeye takıldın, bağımsız yargıdan, hukuk ihlallerinden söz ediyorsun, Gezi eylemlerini de abartmışsın, seni toparlamamız gerekiyor” dedi. “Ne münasebetle, siz kim oluyorsunuz, psikolog musunuz?” diye henüz sormuştum ki gergin beyefendinin yumruğu suratıma iniverdi. Burnumdan kan gelmişti. Beyefendi “Bülocuğum, adamın anlayacağı yegane rehabilitasyon bu. Biz besmeleyle yola çıkıyoruz, onlar ise terörist.” diye ünledi. Sonra bana dönüp “HES’lere niye karşı çıkıyosun lan Tibet öküzü? Bi tane de senin popona kurmak lazım” diyerek saçlarımdan tutup karşı duvara çarptı. Beyefendinin Bülo diye hitap ettiği adam “Şimdi Reha Muhtar olsa 'acı var mı acı?' diye sorardı” deyip kahkaha attı. Şişman üniversite hocası korkudan altına işemişti. “Ben bu sahneleri görmeyeyim, liberalizmde yeri var mı, bilmiyorum” diyerek dışarı çıktı. Beyefendi “Dış mihraklar, faiz lobisi ve sen. Sen ne hergelesin sen. Demokrasi zor iş, gördüğün üzere emek istiyor” dedi ve arkasına dönüp kel kafalı adamdan cop ve biber gazı istedi. Adam çantasından bir cop çıkardı. Beyefendi copu aldı ve “İstanbul Barosu’nu, TMMOB’u, Üniversite öğrencilerini korumak sana mı düştü Hint camışı” diyerek kafama indirdi. Acı içinde bağırdığımı görünce “Sakın üzülme, bu alet ileri demokrasinin rutin enstrümanlarından biri” dedi. Canım çok yanmıştı. Neden vurduğunu sordum. Yeni anayasaya ve başkanlık sistemine ve dahi Yeni Osmanlı’ya az bir zaman kaldığını, o güne kadar ıslah olmam gerektiğini, kendisini dinlemezsem Ergenekon bağlantımın açığa çıkarılacağını söyledi. Beyefendi bu kez arkasındaki kel kafalı bir adamdan biber gazı alıp yüzüme sıktı. “Gezi Parkı’nda üç gün, üç gece anırdın. Sesin kısılmıştır. Bu gaz gırtlağını temizler. Niye parkı korumak istiyorsun, darbe yanlısı mısın?” dedi. Çeşme gibi gözlerimden su akmaya başladı. Biber gazı gözlerimi yakmıştı. Bülo Bey “Niye ağlıyorsun? Artık ileri demokrasinin nimetlerinden faydalanıyoruz. Allah verdikçe veriyor” deyip gülümsedi. Arkadaki 2 kişinin sivil polis olduğunu anlamıştım. Can havliyle fırlayıp kapıdan dışarı çıktım. Kapıda bir Mercedes duruyordu. Mercedes’in arkasında Afgan lider Gulbettin Hikmetyar ile Sudan lideri El-Beşir oturuyordu. Aralarına kalın kaşlı ve badem bıyıklı bir adam büzüşmüştü ve sürekli gülümsüyordu. Siması tanıdıktı ama çıkaramadım. Kafama inen copun etkisiyle zihnim bulanmıştı. Sürücü koltuğunda yüksek rütbeli bir asker vardı. Beni görünce başını önüne eğdi. Hikmetyar’ı geçmişte devlet büyüklerimizle gazetelerde çıkan resimlerinden anımsıyordum. Yaşlı adam beni fark edince camı açıp laiklerin ebesine küfretti. El-Beşir de aynı camdan uzanıp yüzüme tükürdü. İki liderin arasına büzüşmüş badem bıyıklı beyefendi bana “Kaygılanmayınız, güzel şeyler olacak” deyip gülümsemeye devam etti. Gece karanlığında var gücümle koşmaya başladım. Burnum hala kanıyor, kafam da copun etkisiyle zonkluyordu. Beyefendi kapıya çıktı ve Mercedes’tekilere “Askerleri kolay hallettik ama bu sivil zibidiler biraz uğraştırıyor” deyip arkamdan koşmaya başladı. Elinde cop ve biber gazıyla koşuyor, “Demokrasiden kaçılmaz nankör herif, buraya gel” diye bağırıyordu. Bir süre sonra koşmayı bıraktı. Hınçla yere tükürüp geri döndü. Ben yine de korku içinde koşmaya devam ettim. Karanlık sokaklarda ay ışığının altında koştukça nefesim daralmaya başlamıştı. Hiçbir evin, hiçbir dükkanın ışığı yanmıyordu. Sokak lambaları bile sönüktü. On dakika kadar koştuktan sonra karanlıkta birisine çarpıp yere yuvarlandım. Cebimden çakmağımı çıkarıp yaktım. Karanlık suratlı bir adam atlet-don vaziyetinde ayakta duruyor ve sağ eliyle donunun içini karıştırıyordu. “Sen CHP’li misin?” diye sordu. Yanıt alamayınca, önce Kamer Genç’in annesine, sonra meclisteki bayan gazetecilerin bacak aralarına küfretti. Kendisinin aslında muhafazakar birisi olduğunu, ama domalırsam da fena olmayacağını söyledi. İlk kez böyle bir muhafazakar görüyordum. Doğrulup tekrar koşmaya başladım. Birkaç dakika sonra açık kalmış bir rögardan aşağı düştüm. Kısa bir kayma sonrası hızla bir kapıya çarptım. Rögarların kanalizasyona açıldığını sanırdım. Ancak seyahatim büyük ve ahşap bir kapıda sonlanmıştı. Çarpmanın oluşturduğu gürültü üzerine kısa boylu mümtaz bir kişilik kapıyı açtı. Üzerinde yedi cücelerinkine benzeyen elbiseler vardı. Dişlerini göstererek güldü ve içeri buyur etti. “Efendi hazretleri seni bekliyordu” dedi. Beni kim, niye bekliyordu? İçeri girdiğimde kral suiti gibi bir odada olduğumu fark ettim. Bulunduğum yeri anlamaya çalışırken iri yarı birisi beni yakamdan tutup köşedeki kasap çengeline astı. Adamın üzerinde polis üniformasına benzer bir üniforma vardı. Ama o da badem tipi bıyıklara sahipti ve yaka kartında Arapça bir şeyler yazıyordu. Oda kalabalıktı. Diz üstü çökmüş kalabalığın karşısında yaşlı bir adam bir pösteki üzerine bağdaş kurmuş, konuşma yapıyordu. Hemen arkasında bir şömine yanıyordu. Kısa boylu mümtaz kişilikli adam bana hem gazeteci ve hem de profesör olduğunu söyledi. “Ben eskiden milliyetçilikle iştigal ederdim ama doğru yolu buldum” deyip efendi hazretlerinin yanına oturdu. Kafasını yere indirmiş hazret içeridekilere bir şeyler anlatıyor ve nasihatler veriyordu. 4-5 dakika sonra adam ses tonunu yükseltip bağırarak konuşmaya ve nihayetinde ağlamaya başladı. Artık konuşması sırasında kafasını sağa sola sallıyor ve iç çekerek inliyordu. Sallanırken bazen sağ yanına sümkürüyor, bazen de sol yanındaki mümtaz kişilikli gazeteci profesörü tokatlıyordu. Tuhaf bir trans haliydi. Yirmi-yirmi beş dakika kadar sonra efendi hazretlerinin vaazı sona erdi. Askıda durduğum sürede sırtımda ve kollarımda ağrılar oluşmuştu. Yaşlı adam kocaman bir mendil çıkarıp önce gözlerini, sonra da burnunu kuvvetlice sildi. O sırada tıknaz birisi kapıyı açıp kafasını içeri uzattı ve “Efendi hazretleri, bu kez de anayasanın son üç maddesinin değiştirilmesini önereceğim, ne dersiniz?” diye sordu. Yaşlı adam “Haşim, orijinal fikirlerini kendine sakla” diye tersledi. Efendi hazretlerini tanımıştım galiba. “Sizi tanıdım sanırım. Siz…” diye konuşmaya başlamıştım ki sözümü kesti. “Hayır, ben onun dublörüyüm. Muhterem henüz yurt dışında. İngilizcesini ilerletiyor. Vat iz diz, it iz e bok meselesi” deyiverdi. “Benimle neden görüşmek istediniz?” diye sordum. Birden ciddileşti ve “Gazetecisiniz, konumunuz itibarıyla insanları etkiliyorsunuz. Ortodoks bir laikliğin peşinden gidiyorsunuz. Laiklik Allah ile kul arasında kalması gereken bir şey. Lütfen toparlanın” dedi. İlk kez böyle bir laiklik tanımlaması duyuyordum. Çok şaşırmıştım. Kısa birsessizlikten sonrayumuşak bir tonda ve gülümseyerek “Din insanlığın merhemidir. Yaralarımız başka türlü kapanmaz. Sekülarizm ise bir vebadır, önünü almak lazım” deyince ben de“Bu sizin düşünceleriniz, saygı duyarım. Lakin ben farklı düşünüyorum” diye yanıtladım. O sırada içeri giren birisi “Birkaç saat bizi ısıtır” diyerek sırtında taşıdığı adamı şöminenin ateşine bıraktı. Korku içinde “Adamı neden yakıyorsunuz?” dediğimde yaşlı adam gülümsedi. “Bizim Hanefi dergahın eşiğine küçük çişini yaptı. Onu tecziye ediyoruz” dedi. Çok ürkmüştüm. Ben “Ekipten ayırmanız yeterli olmaz mı?” deyince güldü. “Çıkıntılık yapanı cezalandırmazsak, zamanla dergahın kapısına kilit vururuz” diye yanıt verdi. Daha sonra ayağa kalktı ve sağ elini sol omzuma koydu. “Sol ve sosyal demokrasi sizi yalnız bıraktı. Oysa bizim kucağımız size her zaman açık. Eski solcu ve liberallerin de g.tünü, pardon sıkıntılarını biz kaldırdık” deyip yanağımdan makas aldı. Askıdaki pozisyonumda kollarımda oluşan ağrılara rağmen kafamı kaldırıp “Felsefenize son yarım saatte ziyadesiyle tanık oldum. Sağolun, ben almayayım” deyiverdim. Efendi hazretleri “Medeniyetler dahi ittifak yapıyor artık. Sen de insanca yaşamak istemez misin?” diye sordu. “Her türlü hayvanlığa eyvallah diyerek mi?” diyerek soruyla karşılık verdim. Bir süre serçe parmağı ile kulağını karıştırdıktan sonra “Eşeğin şeyine suyu kaçırdın çocuk” dedi. Sağ elinin parmaklarını şaklattı. Kapı açıldı ve içeri beni pataklayan beyefendi ile birlikte 15-20 cüppeli adam girdi. Adamlar yargıç benzeri cüppeler giymişlerdi ama hepsi sakallıydı ve ellerinde G3 piyade tüfeği vardı. Beyefendi gülerek “Halkın sağ duyusundan kaçabileceğini mi sandın tarla domatesi” diye söylendi. Yaşlı adam beyefendiye “Sakalım yok, sözüm kar etmiyor. Gereğini yapınız” dedi. Sarıklı beyefendi dişlerini sıktı ve “Biz sandıkla geldik ve 2071’e kadar buradayız. İleri demokrasiyi neden sindiremediniz? Millet nazarında hiçbir krediniz kalmadı. Biz de gereğini yapacağız. Kısa bir eğlence ister misiniz? Son arzunuz olarak yani ” dedi. O sırada şişman ve sakallı biri ortaya çıkıp Hintli dansözlere taş çıkartırcasına titremeye ve kıvırmaya başladı. Üzerinde “Second Republic” yazan bir tişört vardı. Herkesin çevresinde döne döne oynadıktan sonra benim önüme geldi. 1-2 dakika da burada sallandı ve sonrasında arkasını dönüp osurdu. Osurunca balon gibi sönüp yere yığıldı. Adamı sokak süpürgesiyle kapıya doğru süpürdüler. Beyefendi “Sıra bizde” deyip sırtından G3 piyade tüfeğini çıkarttı ve eliyle tarttı. “Ha bu da çok sevdiğin cumhuriyetin silahı canım” diyerek kafama nişan aldı. Arkasındaki cüppeli adamlara da “Nişan al!” diye bağırdı. Umarsızca başımı önüme eğip gözlerimi kapatacaktım ki kapı açıldı ve Mercedes’te arada oturan kalın kaşlı ve badem bıyıklı beyefendi kafasını içeri uzatıp ortamı inceledikten sonra, yüzündeki sabit gülümseme ile “Kaygılanmayınız, güzel şeyler olacak” dedi ve kapıyı tekrar örttü. Kulağı sağır eden tüfek sesleri arasında titreyerek uyandım. Koltuktan düşmüş, halının üstüne büzülmüştüm.