Beyefendi kravatını düzeltip konuşmaya başladı: “Siz pisliksiniz. Çapulculuk bile sizin için bir mertebedir. Askeri vesayeti kaldırdık. Duble yollar, hava limanları, köprüler yaptık. Ekonomi de iyi gidiyor. Her işe besmeleyle başlıyoruz, ayran içip üç çocuk yapıyoruz. Ortadoğu’nun lider ülkesiyiz. Peki, hala niye kuduruyorsunuz? Eğer kudurmak gerekirse onu da biz yaparız.
Taksim hınca hınç dolu. İnsanlar ya şarkı söylüyor veya “Hükümet istifa, kahrolsun faşizm” gibi sloganlar atıyor. Polisin tepkisi yine çok sert. Antrenman yapıyor ve sanki plastik unsurlara çalışıyorlar. Çoğunluğu genç olan topluluğun içinde ben biraz bunak sayılırım. Henüz fazla darp edilmemişim. Aklıma ilk gelen sloganı seslendirdim: “Özgür üniversite”. Ağzımdan çıkan bu söz polislerin bana tekme tokat dalmasına yetti. Yediğim darbelerden gözüme bir perde indi. Her şeyi bulanık görmeye başladım. Birisi ben dağılmış haldeyken fotoğrafımı çekti. Gazeteci olmalıydı. Bana olayları yakından takip ettiğini, ama birazdan ofise gidip hipopotam belgeseli hazırlayacağını söyledi. Bir süre sonra, polisler, ben dahil, on beş-yirmi kişiyi karakola götürdüler. Karakolda başkomiserin odasındayız. Başkomiser ellerini kavuşturmuş ve kafası öne eğik biçimde ayakta duruyor, masasında döner koltuğu duvara çevirmiş uzun boylu bir adam arkası dönük oturuyordu. Bir yanında Ahmet Kekeç, Fehmi Koru, diğer yanında Mehmet Ocaktan ve Yiğit Bulut isimli gazeteciler duvara dayanmış bekliyorlardı. Masanın üzerine üç pala, dört satır ve beş altı tane irice tahta sopa dizilmişti. Oturan şahıs koltuğunu yavaş yavaş bize çevirdiğinde küçük dilimi yutacak oldum. Başkomiserin masasında oturan büyük şefin ta kendisiydi. Böyle mühim bir şahsiyetin bir semt karakolunda ne işi olabilirdi? Hemen önüne bir prompter düzeneği kuruldu. Beyefendi kravatını düzeltip konuşmaya başladı: “Siz pisliksiniz. Çapulculuk bile sizin için bir mertebedir. Askeri vesayeti kaldırdık. Duble yollar, hava limanları, köprüler yaptık. Ekonomi de iyi gidiyor. Her işe besmeleyle başlıyoruz, ayran içip üç çocuk yapıyoruz. Ortadoğu’nun lider ülkesiyiz. Peki, hala niye kuduruyorsunuz? Eğer kudurmak gerekirse onu da biz yaparız. Yüzde elliyi zor tutuyorum valla. Belanızı aramayın”. Yandaş medya elemanları uzun uzun alkışladılar. Yiğit Bulut zıplayıp, Ahmet Kekeç ıslık çaldı. Fehmi Koru beyefendinin boynuna sarıldı. Bununla yetinmeyen yandaş gazeteciler salya sümük ağlamaya başladılar. Muhterem abartılı zırlayan Yiğit Bulut’un kafasını dizine koyup saçlarını şefkatle okşarken, başkomisere dönüp bizi göstererek “Bunları falakaya yatırın” dedi. Polisler bizi falakaya yatırdılar. Ayak tabanlarıma elli değnek yiyince dizlerimin bağı çözüldü. Gayriihtiyari, “Vurmayın ulan, ben sizin babanız yaşındayım” deyince başkomiser beni tekmelemeye başladı. İçerideki bütün polisler üzerime çullandı. Ağzım gözüm kan çanağına döndü. Ben de korku perdesini yırtıp beyefendiye: “Bu palalar, satırlar neyin nesi kuzucuk? Ethem’i, Abdullah’ı, Ali İsmail’i siz mi öldürdünüz?” deyiverdim. Ben söylediklerime şaşırmıştım. Adam da afalladı. “İftiracı köpek, darbe mi istiyorsun?” diye bağırdı. Başkomiser tahta sopalardan birini kavrayıp kafamda trompet çalmaya başladı. Beyefendi çok kabahat işlediğimizi ve yargılanmamız gerektiğini söyleyip ellerini çırptı. O sırada içeri iki cüppeli yargıç girdi. Polislerin getirdiği sandalyelere oturdular. Bir tanesi elindeki çekici başkomiserin masasına vurdu. Herkes pürdikkat yargıçlara döndü. Büyük şef yargıçlara “Hükümeti cebren devirmeye kalktılar, bunlar cezasız mı kalacak?” diye sordu. Akabinde “Ben bunları size havale ettim, karışmıyorum artık, yargı bağımsızdır” dedi. Yargıçlardan biri kafasını kaşıdı ve çekici tekrar masaya vurarak “Ağırlaştırılmış müebbet” diye fısıldadı. Öteki de kulağını karıştırıp “Artı 18 yıl hücre” dedi. Sonra yargıçlar odayı terk etti. Polisler bizi cezaevine götürmek için ayaklandılar. Yargılanmış ve ceza almıştım. Can havliyle “Bu ülkede muhalefet yok mu yahu?” diye bağırdım. Karakolda muhalefet aramak ne menem bir şeydi? O kadar sopadan sonra aklım gitmişti tabii, saçmalıyordum. Lakin, hiç beklemediğim bir şey oldu. Büyük şefin bir göz işaretiyle yan taraftaki küçük kapıyı açtılar. Kapıdan içeri Kemal Kılıçdaroğlu girdi. Odanın ortasına gelince, beyefendiye dönüp kafasını tavana dikti ve “Bu yaptığınız gayrimeşrudur” dedi. Ortalık birden sessizleşmişti. Sessizliği bir osuruk sesi bozdu. Ama kimin gaz çıkardığını anlamadım. Büyük şef gülüyordu. Kılıçdaroğlu içeri dolan pis kokuya aldırmadan konuşmasına devam etti: “Özgürlük ve demokrasi hepimizin hakkı. Bu ülke bir gün mutlaka gerçek demokrasiye kavuşacak. Biz birlikte bir anayasa yapmaya hazırız. Seçim barajını düşürelim. Bir olalım, birlik olalım. Sözümü dinlersen alnından öperim seni”. Öpüleceğini duyan beyefendi öğürür gibi yaptı. Polisler Kemal Bey’i yaka paça dışarı çıkardılar. Bu kez içeri Devlet Bahçeli’yi getirdiler. Bahçeli “Piskevüt yiyordum, neden beni rahatsız ettiniz?” diye sordu. Büyük şef “Konuş Devlet, seni dinliyoruz” deyince gülümsedi. Odanın ortasına geçip hazır olda konuşmaya başladı: “Vatana ihanet edenler bir gün cezalarını çekecekler. Milliyetçiler bu ülkenin gerçek temsilcileridir. Ülkeyi böldürmeyiz ve dahi çizdirmeyiz. Ceddim dedem, neslim babam” dedi. Sonra beyefendinin yanına oturup burnunu karıştırmaya başladı. Sinirli bir sesle “Halimizi görmüyor musunuz? Neden burnunuzu karıştırıyorsunuz?” diye sordum. Hiç yanıt vermedi. Burnundan bir tatak çıkarıp yuvarladıktan sonra yüzüme doğru sektirdi. Sonra kalkıp aynı kapıdan dışarı çıktı. Ben büyük şefe dönüp “Hiç sevinmeyin, bu halk kendi muhalefetini üretecek” dedim. Beyefendi bu küstahlığıma çok sinirlendi. “Muhalefetin de b.kunu çıkardın ama” diye homurdandı. Artık çizgiyi aşmıştım. Masadaki satırlardan birini alıp kafama attı. Satır alnımın ortasından içeri girdi. Derhal hastaneye kaldırdılar. Ben hastaneye varmadan öldüm. Yani bildiğiniz gibi. Mevta olduk. Doktor ölüm raporuna “Yumuşak doku travması” yazdı. Beni morga indirdiler. İmam yıkamaya başladı. Uzun uzun yıkayıp, yerli yersiz mıncıklayınca “Elleşme ulan! damat mı hazırlıyorsun, nihayetinde gömüleceğiz” diye söylendim. İmam duymadı bile. Rutin işlemleri tamamlayınca elindeki hamam kasesini kafama vurup çıktı gasilhaneden. Pantolonum çıkarılmadan önce cebimdeki bir paket Maltepe’yi ve çakmağı çaktırmadan araklamıştım. İkisini de kefenin arasına sıkıştırdım. Tabuta konduğumda feryat ettim. Klostrofobim vardı. Nefesim daralmaya başlamıştı. Tabutun aralığından dışarı bakarak sakinleşmeye çalıştım. Tabutumu taşıyan gençler “Devrimciler ölmez” diye bağırıyordu. Ben de “Biz halkız, ölmeyiz” diye bağırdım ama kimse duymadı. Bir süre cenaze arabasında seyahat ettim. On dakika kadar sonra mezarlıktaydık. Beni mezara koydular. Eş-dost, tanıdık birkaç kürek toprak attı. Mezarın içinde Allahtan kafamın altına bir taş denk gelmişti. Hoca hızlı bir biçimde okudu ve ayrıldı. Çocuklar Can Yücel’den ve Ahmet Telli’den şiirler okudular. Hiç tanımadığım bir genç kız hüngür hüngür ağlıyordu. Benimle, yani gömütümle sohbet ettiler. “Yine geleceğiz” dediler. Böyle ölmek güzeldi. Arkada kalanların içindeki insanlık ateşini hissediyordum. Çocuklar gidince hemen elimi kefenin arasına sokup sigaramı ve çakmağımı çıkardım. Tam bir sigara yakmak üzereydim ki iki kukuletalı vatandaşın yanımda belirdiğini fark ettim. Bu mezar nasıl üç kişiyi almıştı? Cin miydi bunlar nereden çıkmışlardı? Mezara sığmadıkları için her ikisi de üzerime abanmış vaziyetteydi. Korkuyla “Kimsiniz?” diyebildim. Bir tanesi “Seni sorgulayacağız” dedi. “Hangi konuda?” diye sordum. Sinirlenip “Dalgamı geçiyorsun ulan, elbette dünyada yediğin haltları sorgulayacağız” diye yanıtladı. Öteki cebinden bir defter çıkarıp okudu: “Namaz yok, oruç yok, hac yok, dua yok, zekat yok, fitre yok”. Sonra yüzüme kötü kötü baktı. “Ama içki gani” diye ekledi. Tekrar deftere dönüp okumaya devam etti: “TKP, Tamil gerillaları, Kızıl Kimerler ve Ergenekon üyesi. Marksist, Leninist ve biraz da Kemalist. Eylemci, provokatör ve terörist”. Daha sonra, defterden kafasını kaldırıp benim tereddütsüz cehenneme gideceğimi söyledi. Henüz kıyametin kopmadığını, beni rahat bırakmalarını söyledim. Ölümden sonra zaman mefhumunun farklı olduğunu, aradan 1200 yıl geçtiğini ve kıyametin koptuğunu söylediler. Ürkmüştüm. “Hemen korkma” dedi biri. “Kıldan köprüyü geçersen cennete gidebilirsin”. Telaşla “Hele durun, bir sigara içeyim” dememe kalmadı, mezar birden açıldı. Kalkıp köprünün başına gittik. Kıl kadar ince bir köprüden cambaz bile geçemezdi. Bir hayli de uzun bir köprüydü. Titreyerek yürümeye başladım. O sırada yan tarafımda Boğaziçi köprüsü gibi geniş bir köprünün varlığını fark ettim. Bekir Bozdağ, Egemen Bağış, Mümtazer Türköne, Şamil Tayyar ve Zeyid Aslan kahkahalar atıp yuvarlanarak geçiyordu köprüyü. Bu haksızlık diye düşünürken ayağım kaydı ve yuvarlandım. Ateşler çıkan bir kazanın yanına düşmüştüm. Gerçek felaketi de o an yaşadım. Kazanın yanında beyefendi ayakta duruyordu. Elinde bir pala vardı. Ürküntü içinde, “Efendim siz de mi bu tarafa düştünüz?” dedim. “Düşmedim, ben görevliyim. Abdullah ile Bülent cennete gitti. Ben ise burayı düzene sokacağım” dedi. Birden tansiyonum düşüp gözlerim karardı. Öte dünyada da kendisiyle karşılaşmak bende paniğe yol açmıştı. Çarpıntım başladı. Feryat figan nihayet uyandım. Odamdaki televizyon hala açıktı ve beyefendi konuşuyordu. Ömürler bitiyor, kabuslar bitmiyor dostlar. Demem o ki; uyan Türkiye. Yani, biraz diren Türkiye. Biz altmış yıl kabuslarla yaşadık. Çocuklarımız iyi rüyalar edinsin kendilerine. Bu ülke artık kaybetmesin. Hepinize tatlı rüyalar.