Sayın Başbakanın ayrı ayrı yerlerdeki ve ayrı amaçlarla yapılmış olması gereken bu iki toplantıdaki konuşmalarını aslında birlikte ele alıp, birlikte mütalaa etmek gerekir. Buna bir de geçtiğimiz Salı günkü AKP grup toplantısındaki her zamanki tavrı ve söylemini de eklersek ortaya vahim hatta vahim ötesi bir görüntü çıkar.
Samsun Mitingi ve Polis Akademisi diploma töreni. Biri propaganda mitingi, diğeri beğenin beğenmeyin en azından adı akademik olan bir eğitim kurumunun diploma töreni. Devletin çok önemli, olmazsa olmaz bir asal birimine amir ve yönetici yetiştiren bir eğitim kurumu. Olması gereken bu da, görüntü öyle değil. Sanki özel paramiliter güçlerine moral ve yönlendirme toplantısı. Sayın Başbakanın ayrı ayrı yerlerdeki ve ayrı amaçlarla yapılmış olması gereken bu iki toplantıdaki konuşmalarını aslında birlikte ele alıp, birlikte mütalaa etmek gerekir. Buna bir de geçtiğimiz Salı günkü AKP grup toplantısındaki her zamanki tavrı ve söylemini de eklersek ortaya vahim hatta vahim ötesi bir görüntü çıkar. Demokratik olduğu söylenen bir ülkenin ileri democrat olduğu iddia edilen hükûmetinin başı bu toplantılarda sergilediği tavır ve vücut dilini sergileyemez, bu toplantılarda söylediklerini söyleyemez.
Gercek demokrasilerde bu sözler suctur ve ister iktidarda olsun, ister muhalefette bunları söyleyen bir politikacı savcılar trafından belki ifade özgürlüğü ve dokunulmazlık kalkanı nedeniyle sorguya çağrılmaz ama, politik kariyeri ciddi yara alır ve belki de sonlanır. Hele hele işin içine aslı astarı olmayan şeyler, yani yalan sayılabilecek şeyler girerse bu kişinin sonu gelmiş demektir. Sonu gelmeyi bırakın, gerçek bir ileri dekroside ardından teneke bile çalınır. Bunun örneğini Demir Lady Teatcher’da gördük. Bu kişi eğer bütün ipleri elinde tutan tek adam görünümündeki bir başbakan ise, doğal olarak soruşturma açacak bir mercii bulunamaz ancak, bu durumda da o ülkede demokrasiden de söz edilemez. Politik geleceğinin ne olacağına sandık karar verir. Tabii sandık ne kadar şeffafsa. Bu arada unutmayalım, Türkiye dünyadaki en aktif genç nüfusun üstelik genç yaşta oy hakkına ve sayıca çoğunluğa sahip olduğu bir yapıya sahiptir.
Başbakan diyor ki, “Polis kahramanlık destanı yazdı”. Yoruma gerek var mı? Yok tabii de, galiba birilerinin Sayın Başbakana “Kahraman” sözcüğünün anlamını açıklaması gerekecek.
“Kimse polisimize küfredemez”. Küfür etmek karşılanmayan bireysel bir davranıştır. Ancak bazen küfür çok da yerinde olabilir. Edebiyatımıza bile girmiştir. Neyzen Tevfik ve Can Yücel’i küfürsüz düşünebiliyor musunuz? Hatta Ziya Paşa’yı bile. Herkesin ettiği küfür kendini bağlar. Eğer bu küfürde karşı tarafı rencide edecek birşey varsa kanunlar çerçevesinde o taraf gerekeni yapar, ya da yapmaz yutar üstüne oturur. Tabii ki, küfür hoş ve hatta edepli birşey değildir. Ama edene mi bakacaksın, ettirene mi, o da ayrı bir konu. Olur olmaz edilmemelidir. Bazan küfür sayılmayacak sözlcükler bile ağır küfür yerine geçebilir. Örneğin “Birkaç Çapulcu” gibi. Ancak, burada önemli olan hiçbir yetkilinin kimin nasıl davranıp davranmayacağına karar veremeyeceğidir. Hele hele bu en üst düzey yetkili ise kimin nasıl davranacağının talimatını belirleyemez. Böyle bir şey söylerken işe bir de öbür taraftan bakmak gerekir. Polis küfür edebilir ve küfür etmenin ötesinde kötü davranabilir mi, bunun da belirtilmesi gerekir. Yoksa bu söylem daha ağızdan çıkmadan, cümle kurulurken kendi içinde mantık silsilesi eksik bir hezeyan, tek taraflı bir buyruk olmadan öteye geçemez. Ve haliyle adamın yüzüne çarpılır ve sorgulanır.
“Polise şiddeti önümüzdeki günlerde görüntüleri ile paylaşacağım”. Buna söylenecek bir şey bulamıyorum ve bu görüntüleri merakla bekliyorum. Her halde bir ilk olacak ve dünyayı sarsacak bir sansasyon yaratacaktır. Bunun tersi yani, polisin gösterdiği aşırı güç ve şiddetin kanıtları ise sayılamayacak kadar çok ve gelecek haftanın programında değil, bütün dünyada an itibariyle her saniye bolca şu sosyal medya denilen belada paylaşılıyor. O kadar ki, Sanal ortamda sanki Türkiye’den başka konu yok.
Son günlerde en dikkati çeken olay da yeni bir slogan oldu. Birkaç gün önce karanfil eyleminde Taksim’de polis gene insanlık dışı bir acımasızlıkla saldırdığında biri dayanamadı ve TOMA ya doğru bir taş attı. Ve o anda kendiliğinden yeni bir slogan ortaya çıktı. “ATMA, ATMA” o gecenin en çok seslendirilen sloganıydı ve Taksim Meydanı bu sloganla adeta inledi. Acaba polise karanfil uzatmak başbakanımız tarafından polise şiddet olarak mı algılanıyor. Eğer böyleyse ortada mantıksızlık yanında bir de algılama ve kavram ve olguları karıştırma sorunu var demektir ki, allah kimsenin başına vermesin.
“Yalan Haber” dedi başbakan. Evet kuşkusuz yalan habere bir son verillmeli. Hele hele fotoshop yalanları hemen çıkıyor ortaya. Ama baştan sona tek plan çekilmiş bir videoyu da geçtim, hadi onda bile ileri teknolojiyle birşeyler yapılabilir diyelim. Yapılınca da kendini çok çabuk ele veriyor malum. Ancak, olay anındaki canlı yayın görüntüsünde nasıl yalan oluşturulabilinir, dahası olaya birebir şahit an görüntüsünde yalan nasıl yer alır, size bırakıyorum.
“İçişleri Bakanıma 24 saat içerisinde AKM yi ve Anıt’ı temizleyeceksin, arkasından da Gezi Parkı’nı temizleyeceksin,” dedim. “Diyorlar ki, polise talimatı kim Verdi. Ben verdim.” İşte bu bir itiraftır ve sözün bittiği yerdir. Şu kadarını söyliyeyim ki, bu söylem bazı suçları içermektedir. Hem de ağır suçları. Bu suçlar er veya geç, bugün olmazsa bir gün adamı savcı ve hakim karşısına çıkarır. Bugünlerde bir komedi haline gelmiş olsa bile bunun benzerini iki altını tutamayan ihtiyar örneğinde yaşamaktayız.
“Polis, durup dururken saldırmadı otele, meydandaki suçlular oraya sığındı”.Yani, ne diyeceğimi bilemiyorum. Nereden baksan iler tutar tarafı olmayan bir söz. Galiba başbakanın en temel hukuk kurallarından bile haberi yok. O otel dediği yer uluslararası statüde bir özel mülkiyet alanıdır. Ve o oteldeki her kişinin güvenliği önce otelin bulunduğu ülkenin devleti, dolayısı ile polisi, sonra da otelin sahibi ve işletmecisi tarafından garanti altına alınmıştır. Hukuk bunu böyle kabul eder. Evet herkese açıktır ama, polis bile olsan öyle Dingo’nun ahırına girer gibi bu mülkiyete tecavüz edemezsin. Kaldı ki, her ne kadar sıcak takip olarak yorumlanabilse bile öyle başıbozuk takımı gibi kapıyı zorlayarak içeri dalamazsın. Otel yetkilisi izin vermedikçe, otelin bahçesine bile giremezsin. Üstelik içeriye tecavüz ettiğinde yaptığın iş de kanun adamının yapacağı birşey değildir. Yaşlı çocuk, hasta yaralı gözetmeden cop sallamak ve kapalı alanda gaz sıkmak gibi ve en kutsal işi yapan doktorları derdest etmek gibi tamamen kanunsuz ve insanlık dışı bir vandalizm örneğidir. Biraz ilerdeki Hilton Oteli’ne de benzer bir baskın düzenliyor polis. Burada pek direnişle karşılaşmıyor, içeri dalıyor ve ne yapıyor dersiniz?.. Gene gönüllü doktorlara saldırıyor. Bir de yaralılar ve gazdan etkilenler için otele getirilmiş tıbbı malzemeyi yağmalıyor ve parçalıyor. Başbakan sürekli vandalizmden ve capulculuktan söz ediyor ama, ya bu sözcüklerin de anlamını bilmiyor, ya da bu işleri kimin yaptığını göremiyor. Bu fotoğrafa baktıktan sonra insan düşünmeden edemiyor. Acaba, kim capulcu, kim vandal?..
Ve en önemlisi o polislerin, değil o otellerin kapısında içeri dalması, bahçesine bile girmesi suçtur.
Bazı kendini bilmezlerin yarı çıplak yamyamlar diyarı diye niteleyebildiği Afrika’da, çok değil on-oniki yıl önce bir milyon kişinin birbirini kestiği Ruanda’daki Hutu-Tutsi katliamında bile böylesi olmamıştı. Başkent Kigali’nin en lüks oteli olan Bin Tepe Oteli katliamlar süresince ikibine yakın kişinin sığınağı olmuştu, hem de aylarca. Ve ne gözü dönmüş kaatiller ne de faşist başıbozuk ordusu o otele girememişti. Otelin müdürü, burdakiler otelimizin misafiri demiş ve onları korumaya gelen Birleşmiş Milletler Barış Gücünü bile otelin bahçesinden içeri sokmamıştı. Buyrun bazılarının beşinci sınıf demokrasi diye nitediği bu küçücük Afrika ülkesiyle ileri demokrasi ülkenizi bir kıyaslayın Sayın Başbakan. Odak noktasına kendinizi koyarak bir düşünün, yani, düşünmeye çalışın. Bu olayın kitabı yazıldı, defalarca filmi yapıldı. Bilmem haberiniz var mı? Ben en zorlanmadan seyredebileceğiniz birinin künyesini vereyim, bir boş vaktinizde bakın. Bulamazsanız bende var, seve seve gönderebilirim. Filimin adı “Hotel Ruanda”, 2004 Hollywood ve Avrupa ülkeleri konsorsiyumu ortak yapımı, Yönetmeni Tery George, Oynayanlar Don Cheadle, Sophie Okoneda, Jaquelin Phoenix ve Nick Nolte. tam 121 dakika. Çok güzel bir filmdir, Pişman olmazsınız fırsat yaratın, iki saatinizi ayırın ve muhakkak izleyin, Öyle kitap., rapor falan karıştırmadan, sıkılmadan üstelik film seyrederek bilgilenmiş olursunuz. Avrupa Film Birliği, Toronto film festivali gibi ve birçok ülkeden çok önemli 14 uluslararsı ödülü var.
Ben bu nüfusu ve yüzölçümü neredeyse İstanbul vilayeti kadar olan küçücük Afrika ülkesini bir örnek olarak verdim ama, özellikle siz bu ülkeyi önemsemezlik edemezsiniz. Bu olayda yaratılan, aslında zaten var olan bu hukuki ve insani müktesabatı görmezlikten gelemezsiniz Sayın Başbakan. Sizing o Globaly Yours, Türk Hava Yolları’nız çok yerinde bir kararla bu küçücük ama, geleceği çok parlak ülkenin başkenti Kigali’ye her gün uçuyor Sayın Başbakanım. Bilmem farkında mısınız?.. Bu uçuş rotası kuşkusuz boşuna değil ve çok yerinde. Eğer fırsatınız olursa o ülkeyi bir ziyaret edin. Bütün çekilen acılardan sonra nasıl bir demokrasi yerleşmiş ve nasıl bir şehircilik anlayışı ve çevre bilinci var yerinde bir görün. Siz, en ileri demokrasiye sahip çok güçlü bir ülkenin başbakanı olsanız bile havalanında ülkeye ayak bastığınızda, eğer yanınızda bir naylon poşet varsa o ülkeye giriş yapamazsınız. Şimdilerde çevre kirliğine neden oluyor, toprağımızı ve hayvanlarımızı zehirliyor diye naylon poşeti yasaklayarak dünyaya örnek olmuş, bir zamanlar bir milyon kişinin birbirini katlettiği bir ülkenin en aklını yitirdiği dönemden söz ediyorum Sayın Başbakan. Bin Tepe Oteli’nde o akıl almaz katliam sırasında bile otel yönetimi izin vermedi diye değil Birleşmiş Milletler Barış Gücü, başıbozuk takımı dahi bahçeden içeri girememişti. Siz kostak duruş tavrınızla, ne yani polis otele girdiyse bir sebebi vardır diyemezsiniz. Hele hele bunu savunursanız, o mütecaviz ve kanunsuzca zorbalık yapan polisin suçuna ortak olursunuz. Saygılarımla…
Not: Bu yazıyı yazarken çok sıkıldım, bunaldım. Bir türlü yürümedi yazı. Artık Türkiye Cumhiriyeti’nin Sayın Başbakanı’nı tavır ve söylemleri iç sıkmaya, ruh karartmaya ve büyük çoğunluğun kendini açık alanlara attığı bu coşkulu isyan döneminde bir karbasan gibi üstümüze üstümüze gelmeye, bizi büsbütün baskılayıp bunaltmaya başladı. Durum artık her türlü boyutunun da üstünde garip bir ruh hali sergilenmesine dönüştü. Görev zorlamasıyla yazdığım bu yazıyı zor bitirdim. yazarken de pek keyif almadım. Umarım sizler sıkılmadan ya da başka fevri bir tepki göstermeden okumayı başarırsınız. Bu durum artık iç baymaya başladı. Ne ki, bu sözlerin tarihe düşülmesi ve bir arada toparlanması gerektiğinden zar zor da olsa yazıyı bitirebildim.
Tam yazıyı gönderecegim, şu anlı şanlı İstanbul valimizin demeci düştü önüme. Gezi Parkı’nın birkaç gün içinde çalışmalar bittiğinde halka açılacağından söz etmiş Sayin Vali. Gezi Parkı İstanbulBüyük Şehir Belediyesi’nin sorumluluğunda. Parkı düzenleyen de Büyük Şehir Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü. Bence Belediyenin gerçekten en başarılı birimi. Bu açıklamayı neden o eşi örneği bulunmaz İstanbul Valisi yaptı bir türlü anlam veremedim. Bu şehrin bir belediye başkanı yok mu?..