Taksim olaylarının sıcak dönemlerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin değerli başbakanı Recep Tayyip Erdoğan demeç üstüne demeç verip, miting üstüne miting yapıp bir başbakana, (herhangi bir ülkenin başbakanına) hiç bir şekilde yakışmayacak bir dolu laf sarfetti. O sözleri duyduğumuzda tüylerimiz diken diken olmuştu. Hiç bir yere koyamamış, bir devletin, hem de dünyada sayılı önemli bir devletin başbakanı nasıl böyle konuşabilir diye hayretler içinde kalmıştık. Ve dayanamayıp “Bir Başbakan Böyle Konuşamaz” başlıklı bir dizi yazı yazmıştık.
Aradan zaman geçti olaylar olayları kovaladı ve hemen her gün başbakanımız daha neler dedi neler. O kadar ki, o ilk ağzından çıkanlar zayıf kaldı. Ve ona göbekten bağlı paralel olmayan devlet ve politikacıları da koro halinde buna katıldılar, hatta yeni inciler eklediler. Biz de usandık ve boşa zaman kaybetmemek için bu zat-ı muhteremin söylemlerine değinmeyi bıraktık. Aslında yazılacak çok şey vardı. Bu yazı aslında onlarca olması gerekirken beşincisi. Dördüncüsünden sonra bırakmıştık. Özellikle Aralık ayında patlayan yolsuzluk ve rüşvet öncü depreminden sonra başbakanımızın ve çevresindekilerin söylemleri öyle bir savruldu ki, dayanamadık tekrar değinmek gereğini duyduk.
Bundan önceki yazılarımızda haliyle başbakanımızın üslubuna da değinmiş ancak, daha çok bilgi, yöneliş ve politika açısından yaptığı yanlış ve gafları ve konu ve olaylara yaklaşımındaki bilgi eksikliklerini vurgulamıştık. Bu tür konuşmaları o kadar çoğaldı, öylesine savruldu ki, elle tutulur tarafı kalmadı. Lime lime oldu. İrdelemeye bile değmez laflar olarak politika tarihimize geçti. Yıllar, asırlar sonra araştırmacılar bu kayıtları okuduklarına kuşkusuz şaşıp şaşıp kalacakalar. Yalnız başbakan mı?.. Maaşallah, tanrı nazardan saklasın çevresindekiler, bakanları, valileri, parti görevlileri, hatta hatta hakim ve savcıları… Herbirinin ağzından dökülüyor dizi dizi inciler. Ne diyelim, tanrı dinleyenlere sükunet ve sabır ihsan eylesin, Hafazanallah beterinden saklasın diyeceğim, ama beteri olur mu bilmiyorum. Düşünemiyorum..
Üslup konusuna gelince, tarihimizin önemli yazar ve politikacılarından Falih Rıfkı Atay’ın bir makalesine değinmeden edemeyeğim. Yazarın Yeditepe Yayınları tarafından Şubat 1955 de kitap haline getirilen önemli makalelerinin ilki uslup üzerine. Şöyle diyor üstad: “Bizim idadinin edebiyat kitabında üslup üç türlü idi: üslûb-u sade, üslûb-u müzeyyen, üslûb-u âli. Sadesi belli: Ben senden vazgeçemem. Müzeyyeni: Gül bülbülsüz, bülbül namesiz olur, gönlüm sensiz olmaz. Âlisine gelince: Zemin çâk, asuman çakçâk olsa, tûfan içinde tekne-i Nûh belirip, onu bırak da sen yalnız gel dense, gitmem.
Muallim Naci sâdesine, Recaizade müzeyyenine, Abdülhak Hâmid de âlisine meraklı idi. Sonra Meşruiyet’te bir Silâh üslûbu çıktı: «Muhaliflerin etlerini kıymık kıymık edip kemiklerini havanda dövmedikçe hadlerini bilmeyeçekler. Biz bunlara hürriyeti hangi dağdan indirmiş olduğumuzu göstermeliyiz.» Bu üslûp, bir hayli sürdü. Mütarekede Said Molla ve arkadaşlarının gazetesinde yeniden nüksetti. Şimdi de resmî gazeteciler tarafından ona pek heves edildiğini görüyoruz. Yazılarında tehditsiz satır, tedhişsiz cümle, şiddetsiz fıkra olmazsa gündeliklerini mi kesiyorlar, nedir?”.
Görülüyor ki, asırlardır pek birşey değişmemiş. Ancak son yıllarda üslup konusunda da değerli başbakanımız ve onun önderliğinde ona yürekten bağlı bakan ve sair politikacılarımız tarafından bunlara ek yeni üslup hatta birden çok üsluplar da yaratıldı. Başbakanımıza malûm üniversitelerden biri tarafından bu konuda da bir fahri doktora verilmeli.
Başbakanımız son olarak “tuzluk” sözcüğünü de politika söylemine ekledi. Daha önce de tencere-tava, çanak-çömlek falan demişti. Bence bir fahri doktorada bu nedenle verilmeli. Acaba neden hep mutfak gereçlerinden semboller buluyor diye bir soru takıldı kafama ve hemen Kasımpaşa düştü aklıma. Malûm Başbakanımız Kasımpaşalı, Kasımpaşa’da ana caddede sıra sıra Türk Mutfak Sanayiin dünya çapındaki büyük firmalarının ana mağazaları ve showroomları vardır. Hepsi de orada toplanmıştır. Çoğu da başbakanla yandaştır. Doğal olarak başbakanda onlarla yandaş. Herhalde gençliğinde Kasımpaşa sokaklarını arşınlarken bu mağazalardaki ürünler beynine nakşedilmiştir diye düşündüm. Bilim, bir insanın yaşadığı çevre ve ilişkide olduğu kişiler oluşumunu etkiler, der. Üslubu da o semtten etkilenmiştir kuşkusuz. Ya başbakanımız kırsal bir alanda büyümüş olsaydı, acaba “sap saman”, öküz buzağı” gibi yakıştırmaları mı daha çok kullanacaktı. Yeni bir sap saman üslubu mu yerleşecekti politka ve basınımıza. Geçici olarak böyle bir tehlike de var ama, umarım yerleşmez.
Ancak sorun bu tür üslup ve üslupların nasıl adlandırılacağında. Tam olarak dillendirirsek başımıza dert açarız. Burada, ancak ne olmaması gerektiğini söyleyebiliriz. Olmaması gerek üsluplar ise sanırım şunlar olmalı: Çarpıtma, gerçeği saptırma, gerçeği gizleme, gerçeği tersyüz etme, cürmü meşrulaştırma, ötekileştirme, halüsünasyonları gerçekmiş gibi kullanma, tevil v.s. v.s.
Saymakla bitmeyecek gibi….