Her şeye karşın korku tüneline sokulamayan, direnen ve mücadele edenler dışında, bu denklemin temel sorusu şu: “Ben”, kim? Yargıyı kim ayrıştırıp kim yapıştırıyor? Daha açık anlatımla, yargı üzerindeki söz ve karar sahipliği kime ait?
Adli yıl açılış konuşmaları bir yandan yargının içinde bulunduğu durumu saptar, diğer yandan eleştiri, dilek ve önerileri sıralar. Kimi yargıç, savcı ve avukatların, resmi törende konuşamayan demokratik kitle örgütlerinin açıklamaları ise daha cesur notları taşır. Ancak sözler, küçük tartışmalar dışında o gün orada kalır. Herkes işine dönecektir; adil yargılama (!) işine… Yeni bir adli yıl açılışında buluşmak üzere…
Aslında, farklı alanlarda ve disiplinlerde de çokça görülen bir durum bu… Deprem gibi, iş, maden ocağı ya da ölümlerin çok olduğu trafik kazaları gibi… An bakımından güncel; sonra, felaketler zincirine yeni halkalar eklemek üzere, herkes işine…
Demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti ilkelerinden, hak arama özgürlüğünden, yargı ve yargıç bağımsızlığından, adil yargılanma hakkından, savunma hakkından, silahların eşitliğinden, masumiyet karinesinden; velhasıl uygar insanlığın kazanımı olan, her türlü kuşku ve baskıdan arındırılmış, adalet dağıtan bir yargıdan söz etmek kolay da: “Neden olmuyor?” Ya da “nasıl olacak?” İşte bütün sorun burada.
O nedenle, “yargının içindeki somut durumun somut analizini yapanların, hatta biraz da makro bakanların ellerine ve beyinlerine sağlık ama yetmiyor” diyerek, makro bakışı yukarılara taşımak ve yaşama geçirmek gerekiyor.
Fotoğraf, hangi açıdan, hangi objektifle çekilirse çekilsin, “ayrıştırılmış” ve “yapıştırılmış” yargıyı tespit ediyor. Hem sav/savunma/karar üçgenindeki savcı/avukat/yargıç (yükseği dahil), hem de uyulması gereken Anayasa/yasa/hukuk, bu ayrıştırma ve yapıştırmanın kapsamında… Ayrıştırma başlıkları çok basit: “Benden olan”, “benden olmayan”… Yapıştırma başlıkları da karmaşık değil: “Benden olan, bana yapıştırılmış”, “benden olamayan, soruşturma, sürgün, disiplin cezası, gözaltı, tutuklama, sindirme gibi yöntemlerle korku tüneline yapıştırılmış”…
Her şeye karşın korku tüneline sokulamayan, direnen ve mücadele edenler dışında, bu denklemin temel sorusu şu: “Ben”, kim? Yargıyı kim ayrıştırıp kim yapıştırıyor? Daha açık anlatımla, yargı üzerindeki söz ve karar sahipliği kime ait?
Sürekli ameliyat masasına yatırılarak el atılan yargının, “halk”ın yargısı olmadığı çok açık… Anayasa’da yazdığı gibi, ulus adına yargı yetkisi kullanan, bağımsız bir organ olmadığı da açık…
Burjuva devlet düzeni, zaten doğrudan demokrasiye ve halkın yargısına izin vermiyor. Temsili ya da katılımcı demokrasi çerçevesinde hukuk devletini öngörüyor. Temel özelliği, sermaye iktidarı ile devlet iktidarını kaynaştırması. Açıkgözlülüğü ise somut “halk” yerine soyut “ulus”u yerleştirmesi. Tüm olanaklar sermayeye sunuluyor, halka da soyut ulus kavramıyla oyalanmak kalıyor. İşte zaman zaman Anayasa ve yasaların adalet sınırlarını zorlasa da, yargı, sermaye yönünden gereksinim/olanak bütünleşmesinin, halk ve emekçiler yönünden soyut ulus alanında adalet arayışı oyalamasının organı… Sermayenin, talep listesinde bulunan tüm haklarının; emekçilerin, budanan, verilmeyen haklarının onay mercii…
AKP, burjuva devletin kazanımları içinde gözüken “iktidarı sınırlayan hukuk”tan, “iktidarı koruyan hukuk”a geçmeyi fazlasıyla başardı. Denetimsiz sermaye, denetimsiz siyaset, denetimsiz hükümet gereklerini, “reform” adı altında fazlasıyla yerine getirdi.
Yargıcın, savcının, avukatın, yargı dünyası içindeki hak mücadeleleri tabii ki yerindedir ve sürecektir. Savunma hakkının ayaklar altına alınmadığı, “savunma yaparken suç işlemek” gibi bir kavramın olmadığı, hak arama özgürlüğünün ve adil yargılanma hakkının engellenmediği bir yargı tabii ki aranacaktır. Ancak kimse kimseyi kandırmasın; bu devlet, burjuva devlettir, hukuku da burjuva hukukudur. Kendisi için de toplum için de adalet aranan yargı, bu piyasacı/gerici devlet ve hukukun yargısıdır.
Doldurulamayan AKP torbasından halk ve emekçiler için adalet çıkmaz. Demokrasiyle, devletle, hukukla, yargıyla kirlenmeye ve yozlaşmaya karşı direnme, AKP’nin gitmesini gerektiriyor. Ancak AKP’nin gitmesi yetmiyor. Toplumsal eşitsizliğin ve adaletsizliğin üzerine gitmeden, yalnızca yargıdaki adaletsizliklerle uğraşmak, egemen sınıfa yarıyor. Doldurulamayan sermaye torbasından da halk ve emekçiler için adalet çıkmaz. Yargının, bağımsızlık ile güdümlülük arasında yalpalayıp durmasını önlemek ve halkın yargısını kurmak için kirleten ve yozlaştıran sömürü düzeninden de kurtulmak gerekiyor.
soL gazetesi