1 Eylûl Dünya Barış günü. Böyle bir günde ne yapılır? Tabbii ki, barış istenir; savaş çığırtkanlığı yapılmaz ya… Gerçi bazı akıldan yoksunlar savaş tamtamları çalıyor ama, ne yapalım, dünyada yedi milyar insan var, içinde akıllısı da var, aptalı da, hatta delisi de var..
Biz ailece hangi gruba gireriz bilemem ama, yedi yıl sonra bütün aile, damatlar dahil bir rastlantı bir araya gelmişken hadi dünya barış gününe bir katkımız olsun dedik ve düştük sokaklara. Benim oğlan Meksikalı. Anası Meksikalı, o da Meksika vatandaşı. Kızlar Türk ama, İtalyan tabiyetinde. Damatlardan biri Belçikalı Flaman, biri İtalyan. Ben Türküm, Türk doğdum, Türkiye’de büyüdüm ihtiyarladım ama, gönlüm Afrika’da; ilk fısatta da Tanzanya tabiiyetine geçeceğim. Yani dünya barış gününde son derece global bir şekilde İstanbul sokaklarındayız. Aramızda konuşulan dil sayısı dört. Sanki uluslararası bir komite gibi İstanbul sokaklarını arşınlıyoruz. Tabii ne olur, ne olmaz diye gaz maskelerimiz ve baretlerimiz de sırt çantalarımızda. Anlayacağınız tam bir uluslararası çapulcu takımı.
Ha bu arada çapulcu demişken, Recep Tayyip Erdoğan beyefendiye Türk diline ve Türkiye’yi tanıtımına katkılarından dolayı hepimiz teşekkür etmeliyiz. Hatta bu nedenle bir fahri doktora vermeliyiz. Çapulcu sözcüğü bütün dünya dillerine çok kısa bir zamanda girmiş bulunmakta ve şu anda uluslararasında en çok sarfedilen sözcük. Yalnız çapulcu mu, “gezi”nin kelime olarak ne anlama geldiğini de biliyor bütün dünya, sadece park ve politik anlamını değil. Taksim’i, Beyoğlu’nu, İstiklâl Caddesi’ni dünyada tanımayan kalmamış. Futbol deyince Beşiktaş, Çarşı diye ayağa kalkıyorlar. TOMA yı bile öğrenmişler. Yav bu nasıl iş TOMA bir Türkçe kısaltma demeyin, gavur her şeyi biliyor kardeşim.
Önce saat üç de Kadıköy İskele meydanına gittik. Meydan bariyerlerle çevrilmiş, iki giriş var. Bulduk, daldık içeri. Hemen karşıladılar, “Hoş Geldiniz Hocam!”. Haydaa nereden biliyorlar yahu. Herhalde beyaz sakalıma dayanarak böyle karşıladılar, diyerek geçiştiriyorum. İçeriye üç adım atar atmaz özellikle benim etrafım sarılıyor ve kimlik kontrolü ve çantada ne var sorusu. Haa, bu arada polisler gayet sakin ve oldukça nazik. Yalan söyleyecek değilim ya, baret ve gaz maskesi, Rus ordu malı, en iyisiymiş dedim. Çanta kontrolü ve ikinci soru, bunları niye getirdiniz. Niye getirdinizi var mı kardeşim, tedbir için, damadın biri astımlı, kızlar çırpı gibi, hani ben ve oğlan domuz gibiyiz maşşallah da, onlar zayıf, illetli. Zaten üç tane maske var. Herkese maske almaya ne zaman yeti, ne para. Elinde telsizi olan polis hafiften dikildi,”Ne gerek var bunlara hocam, burada ben varım”.Yaa, öyle mi sen varsın ha?.. Peki sen ve senin takımın neredeydi sekizbin kişi yaralanırken, onbir kişinin gözü çıkarken, ve beş kişi ölürken, neredeydin haa.. Halâ komadan çıkamayanlar var… Buna sahte pehlivanlık denir. Neyse ben hiç sesimi çıkarmadım. Amirime sorayım dedi ve gitti, amiri bulamadı, telsizle konuştu ve tamam dedi. İyice kapayın çantayı da tahrik olmasın, buyurun dedi. Fesüphanallah.. Ben ve tahrik.. Nereden bilsin garibim… Ama tahrik nereden geliyor herhalde biliyor olmalı. Yaşımı başımı almamış olsam haklı olarak belki biraz tepki göstereceğim ve işte al sana tutuklanma nedeni. Polise mukavemet.. Neyse bu gezi olaylarında hiçbir şey öğrenmediysek, pasif direnişin ne olduğunu ve kaba kuvvete karşı ne kadar güçlü olduğunu öğrendik. Bu önemli bir kazanım.
Kadıköy’deki toplantı BDP nin organizasyonu. Meydan çok kalabalık değil. Saat üçbuçuk civarında Selahattin Demirtaş geldi. Ben, Mümtaz İdil yüzünden üzerime yapışan gazetecilik insiyakı ile dikkatle dinliyorum ama, gavurlar beni rahat bırakmıyor. Bir yandan da tercüme ediyorum. Biraz sonra gavur millet sıkıldı, ben de tercüme etmekten yoruldum. Kıpraşmaya başladılar, hadi Taksime gidelim diye. Selahattin Demirtaş kusura bakmasın. İnan olsun tek başıma olsam sonuna kadar dinler, hatta not alırdım ama ben de yoruldum, peki dedim. Hani sıçan giremediği deliği bir de kuyruğuna kabak bağlayıp denermiş ya. Benim durumum da öyle. Koca bir oba peşimde. Hepsinin sorumluluğu da bende.
Bindik vapura Karaköy, Karaköyden Tünel, İstiklâl Caddesi. Taksim’e doğru aylak aylak yürüyoruz. Garip ve yoğun bir kalabalık var. Herkes başını öne eğmiş sinirli sinirli dümdüz yürüyor. Çocuklara, kaldırın başınızı dedim. Beyoğlu’nda yukarı bakılır. Dünyada en iyi korunmuş arte-deco binaların olduğu caddede yürüyorsunuz. Binaların cephelerine bakın. Belki de AKPli belediye ve Hükûmetler bu cepheleri cam, beton ve aliminyuma bulamadan son görüşünüzdür. İyice resmedin beyninize. Misbah, Kadir, Erdoğan, Erdoğan ömrünüz yetecek mi bu güzelim binaları berbat etmeye acabaa.. Benim ömrüm yetmez, ben görmem inşallah ama, Demirören’in Saray kompleksi ve Emek sinemasının ve İnci pastahanesinin de olduğu Serkildoryan kompleksi yeterince yaraladı yüreğimi. İnanın ömrüm kısalmıştır. Ben Beyoğlu’da büyüdüm. Dünya’nın sayılı büyük kitapçılarından Kitap Sarayı’nın olduğu yerde çul çaput satılıyor şimdi. Tokatlıyan Oteli külliyen mağaza iş yeri oldu, oyuncaklarımı aldıkları Japon Pazarı meyhane. Son olarak daha bu gün duyduk ki, Beyoğlu’nun asırlık sahafı ve kitapçısı Librarie de Pera da kirasını ödeyemediği için kapatma kararı almış. Tam bunları düşünürken büyük kız hadi İnci’de profetorol yiyelim demez mi.. Yüreğim bir kere daha kanadı. Sinema çıkışlarında İnci Pastahanesi’ne uğrayışlarımızı anımsadım. En çok da yarım yüzyıldır değişmeyen o soğuk su sebili geldi aklıma. Profetorolün üstüne bir bardak soğuk su… İstiklâl Caddesi’nde ne doğrudürüst bir sinema kaldı, ne tiyatro, ne kitapçı ne de pastahane…
Taksim’e yaklaşırken bir dost çıktı tarşımıza. Gezi’yi kapadılar dedi. Haydaaa..
Ne bu yahu, artık kabak tadı verdi, niye kapatılır ki.. Dünya Barış günü. Taksim Gezi. Gezi’de insan zinciri oluşturacaktık sekizde. Barış için insan zinciri. Ve Gezi Parkı’na girmek yasak. Bu barışa karşı olanlar kim ey dostlar. İyi tanıyın bunları, tanıyın ve beyninize kazıyın. Ve sakın ha unutmayın..
Şimdi ben nasıl anlatacağım bunu gavur damatlara. İnanın yoruldum. Çeviri yapmaktan değil, çevirirken yumuşatmaya çalışıp, gavuru hayretler içinde bırakmasın diye ulusumun prestijini korumaya çalışarak, daha yumuşatıcı sözcükleri bulmaya çabalamaktan ve ona göre bir üslup kurmaya çalışmaktan yoruldum. Ama faydası olmadı. Ağızları bir karış açık, nasıl yani park mı kapatılmış dediler. Hadi oğlan Meksikalı neyse de, kızlar da ayrı yordu beni. İçlerindeki yurt sevgisi bir nebze olsun kırılmasın istediğimden, belki şöyledir böyledir diye kıvırtmaya başladım. Ve içimden hayatında hiç yalan söylememiş beni bu hallere düşürenlere verdim veriştirdim. Ve sonunda dayanamadım bu kadar iki yüzlülük yeter dedim ve patladım üç dilden işte burası da gördüğünüz gibi antidemokratik bir polis devleti dedim. Evet içim kan ağlayarak bunu dedim.
Zaten dememe gerek yoktu barış için insan zinciri oluşturmayı düşündüğümüz gezi parkı çevresinde neredeyse birbirine yapışık bir polis zinciri vardı. Herşey ayan beyan görülüyordu. Yalanla dolanla kendimi alçatmama hiç gerek yoktu.
Yorgunluktan Gezi’ye yeni eklenen yamaca serildik. Millet de aynı bizim gibi uzanmış beklemede. Akabinde yine etrafımız sarıldı. Kimlik ve çanta kontrolü. Büyük damat, yaşı genç ama saçı benden beyaz, en kenarda çimlerin üzerinde uyumakta. Ona dokunmadılar bile. Ötekilerin her birinden bir başka ülkenin pasaportu çıkıyor. Pasaportlara bakılmadı bile süratle geri verildi. Kabak gene bu ülkenin vatandaşı olarak benim başıma patladı. Kimlik araştırması, çanta kontrolü. Neyse bu sefer çok uzun sürmedi gittiler. Bizim de tadımız kaçtı, biraz oturduk baktık birşey yok eve dönelim dedik. Dönüşte Galatasaray’da caddeyi dolduran kalabalık artık sıkışıklıktan yürüyemez oldu ve bir anda Galatasaray meydanı ve cadde bir toplantıya dönüştü. Başladı sloganlar. Bugün favori Suriye ve Barış. Epey bir orada takıldık ve geç vakit eve herbirimiz tek parça olarak döndük.
Pekiii sonuç.. Sonuç olarak Dünya Barış Gününde, barış için biraraya gelenler, bir alay, hatta bir tugay büyüklüğündeki polis gücü tarafından engellendi. Bu gün de tarihe böyle düştü.
Şimdiii.. Gelelim bu Gezi Parkı’nı ikide birde kapayan idareye…
Ben sorumlu olarak yakışıklı İstanbul valisini bilirim. İstanbul’un mülkî amiri o. Bir de Belediye Başkanını. Sahi İstanbul’un bir belediye başkanı var mı?.. Ha, onlar bakanından veya Başbakanından başka türlü emir almıştır bilmem. O beni ilgilendirmez. Vali gibi vali sadece yakışıklılığı ile ortada salınmaz, yeri geldiğinde anlamsız emirleri uygulamaz. Hiçbir şey yapamazsa istifa etmek diye bir seçeneği var. Bu nasıl iştir, çocuk oyununun geçti. Açç kappa, açç kappa. Artık yalama oldu. Bir kere valinin kamuya ait bir parkı kapamaya hakkı yok, yetkisi yok. Ne hakla benim parkımı bana yasaklıyor. o park benim gibi İstanbulluların. Sadece İstanbulluların değil, bütün vatandaşın, hatta dünyadaki herkesin. Dahası mülkiyeti devlete ait bile değil. formalite gereği belediyeye verilmiş tapusu. Ama şartlı verilmiş. Herkesin girebileceği park olarak kullanacaksın diye koyu harflerle yazılmış tapuya. Onu kapamaya kimsenin hakkı ve yetkisi yok. Çünkü orası bir resmi devlet dairesi değil, bir kamu alanı ve üstelik herkese açık bir kamu alanı, bir park. Bu resmen yetki aşımı hatta suç. İsterse vali değil, kral olsun. Şayet şu veya bu gerekçeyle kapamak gerekiyorsa vali bey önce bana ve benim gibi eski İstanbullulara sormalı. Bizden izin ve olur almalı. Ben 1944 doğumluyum ve doğduğumun ayından itibaren o parka giderim. Tam 69 senedir. İlk iki sene çocuk arabasında, yanımda biberonumla. 1946 dan itibaren de kendi ayaklarımın üstünde. Bu konuda tapum da var. 1947 yılında parktaki geyik heykelinin önünde çekilmiş fotoğrafım var. Vali kim oluyor da benim parkımı bana kapatıyor?.. Vali vali olsun da önce parktaki heykeller ne oldu, onun peşine düşsün. Heykeller buhar olmuş bulunamıyor. Belediye başkanı, belediye başkanı olsun dao heykelleri telafi etsin, daha iyilerini yerleştirsin. Dünyadaki tek heykelsiz metropol parkı Gezi Parkı.
Tut ki o park bir özel mülkiyet. Sentabi AKP hükümetinin bir valise olarak herşeyin sahibi olduğunuzu düşünebilirsin. Ama özel mülkiyet bile olsa o park, orası park olarak işlevini sürdüğü sürece oranın sahibi bilecanı istediği gibi parkı açıp kapayamaz. Yapabileceği en çok bir giriş ücreti almak olabilir. O da makul ölçülerde. Şayet şirazeyi aşarsa kamu idarecisi olarak sen ve şehir yönetimi olarak belediye başkanı o mülk sahibini hizaya getirmekle, gerekirse parka el koyarak halka açmakla mükellefsinizdir. Parkı kapamak değildir sizing işiniz.
İstanbul Valisi sayın Mutlu. Sıkışınca ben hukuk mezunuyum, hem de İstanbul Hukuk demeyi biliyorsunuz. Anlaşılan pek iyi bir öğrenci değilmişsin. Senin bazı dersleri tekrar görmende yarar var. En başta da Kamu Hukuku dersini. Valla vilayetle Üniversite arası yürüyerek onbeş dakika. Ha, ben insan içinde yürüyemem dersen, bin makam arabana git üniversiteye. Hukuk Fakültesi Beyazıt’ta ana binada. Kimse seni engellemez, niye geldin demez. Hatta kapıda karşılarlar. Müdavimi ol, en azından Kamu Hukuku dersini takip et. Ha, ben cesaret edemem öğrencilerin arasına giremem dersen hocasından rica et eminim kâmil ve iyi bir insandır, sana özel ders verir. Seni kıracak değil ya. Öğrenmen gereken çok şey var. En başta ben bildiğim kadarını sana özetle söyliyeyim, Kamu, kamu hakları ve kamu idaresi ayrı ayrı şeylerdir. Sen bir kamu idarecisisin ama, bu sana kamunun haklarını gaspetmek yetkisi vermez. Yani, kamuya ait olan bir yeri, mesela bir parkı, ikide birde şu veya bu nedenle açıp kapayamazsın. Hernangi bir istihbarat alsan dahi bunu yapamazsın. Hele polis zinciri kurarak kuşatmaya alamazsın. Bunların hepsi suctur, başta anayasal suçtur.
Senin kamu idarecisi olarak görevin kamuyu, yani bizleri, istersek çapulcu olalım, ne olursak olalım, o kamu alanında korumak, ve huzurumuzu sağlayarak orada bulunmamızı ve her ne yapacaksak olaysız gerçekleştirmemizi sağlamaktır. Biz orda istersek birdirbir oynarız, istersek barış zinciri yaparız, hatta istersek slogan atıp başta seni ve hükûmeti protesto ederiz. Sen bizim ne yapacağımıza karışamazsın. Hele hele bizi engelleyemezsin, bizi engellemek için benim vergilerimle oluşan polisi bana karşı kullanamazsın. Sen ancak orada bana engel olmak isteyen veya bana yan gözle bakan veya saldırana karşı, mesela palalı veya sopalılara karşı beni korumakla mükellefsin. Bu senin birinci görevin. Bu iş için de polisini kullanırsın. Polisi beni engellemek için kullanamazsın. Öyle yaparsan yetkilerini aşmış, görevini kötüye kullanmış ve suç işlemiş olursun. Lütfen artık bunu öğren. Bugüne kadar bunu bilmiyor isen de tekrar fakültedeki dersleri takip et, bir çeşit hizmetiçi eğitime sok kendini. Artık yeter, lütfen artık normal normlarda bir vali olmaya çalış. Bu iş deli saçmasına döndü, çoktan kabak tadı verdi. Bu açç kappa, açç kappa mizah boyutlarını da aştı, yalama oldu artık.