Gezi sonrası süreç ve demokratik paket
Pakette demokratikleşme diye sunulan eş genel başkanlık sistemi ise Ödp, Bdp gibi sol partiler tarafından çoktandır uygulanıyordu.
İsmail SÜRÜCÜOĞLU
Ahmet’in (Saymadi) o sabahki tweetiyle parka koşmamızın ardından dört ay geçmiş bile. Bu dört ay gerek benim açımdan gerekse de Türkiye solu açısından kırk yılık yoğunlukta geçti ve onlarca yıllık sıçramaya sahne oldu. O vakte kadar sol düşünce,eşit ve özgür bir dünya üzerine onlarca teori kitabı okumuş hatta bazılarını hatmetmiştik. Ancak bu dört aylık tecrübe hepsini kat be kat aştı dersek yanılmayız diye düşünüyorum.
Özellikle Taksim Dayanışması’nın toplantılarında tanık olduğum görüntüler beni sol adına tekrardan umutlanmaya, azalan hırsımızı alevlendirmeye sevketti.. Normal zamanda gırtlak gırtlağa gelebilecek görüşler ortak bir amaç için kavga da etse, tartışsa da tahammül düzeyini en üst seviyede tutuyordu. Galiba devlet aygıtı en çok da bundan endişe duydu. Korkacak ya da saklayacak bir şeyimiz yoktu. Taksim Dayanışması’nın tüm toplantılarını halka ( dolayısıyla sivillere) açık gerçekleştirdik. Kavgalarımızı da, hakaretlerimizi de, yorumlarımızı da hep bu halkın önünde yaptık. Nitekim 8 Temmuz’da Taksim Dayanışması olarak gözaltına alındığımızda savcı beye “ Siz hiç toplantılarını halka açık gerçekleştiren bir terör örgütü gördünüz mü ?” diye de bu görüşlerimi iletmiştim.
Teorik bazda bunca yıldır tartışıp duruyorduk. Mesela bunlardan biri de “bilinç mi önce gelir yoksa örgüt mü?” konusu idi. Malraux gibi yazarlar “önce bilinç sonra örgüt” savını savunurken geniş bir kitle de örgütün daha elzem ve öncelikli olduğunu, bilincin yerleşmesini beklersek zaten ağır işleyen diyalektik sürecin daha da ağırlaşacağını ve örgütsüz yığınların bujuvaziye daha kolay yem olacağını öne sürüyordu. Gezi tecrübesinde “bilinç” dediğimiz kavramın yıllarca belli olmasa da geniş kitlelerin bilinç altında gizliden gizliye oluştuğunu ve bunun dışa vurulduğunu gördük. Örgüt kavramı konusunda ise halk ayaklanmalarında (kimbilir belki de ilerleyen süreçlerde devrim aşamasında) özellikle yönetimin devlet aygıtından çıkıp ta halkın eline geçmesinden sonraki süreçte ne kadar gerekli olduğunu tecrübe ederek görmüş olduk. Yaklaşık on beş gün Taksim’i elinde bulunduran halk kitleleri, barikat kontrolü gibi, güvenlik gibi konularda örgütlü yapılar sayesinde ihtiyaçlarını gayet rahat sağlayabilmiştir. Örgütlü yapıların yıllarca yakamadığı kıvılcımı ve ateşi “örgütsüz halk kitleleri” yakmış, ancak yakılan bu ateşin sürekliliği ve sürdürülebilirliği için örgütlü yapıların ne kadar elzem olduğu da tecrübeyle görülmüş oldu.
Gezi süreci tüm kesimler için bir turnusol kağıdı işlevi gördü. Bu halka yıllardır demokrasicilik oyunu oynayanların aslında postlarının altında ne denli Pinochet ruhu taşıdıklarını hem bizler hem de insanlık tarihi görmüş oldu. ‘Demokratiğiz,liberaliz’ derlerdi ama İstanbul’un orta yerinde günlerce süren katliam gibi polis saldırılarını, kafası patlayanları,gözü çıkanları,can verenleri günlerce görmezden geldiler. Neden? Çünkü demokratik ülkemizde hükümetle ters düşerlerse medya patronlarının holding çıkarları bozulabilirdi!
İnsanlar ölürken, gözlerini kaybederken, papyon takan, kravat takan koca koca adamların, hükümet yetkililerinin, boyalı saçlı belediye başkanlarının ekranlara çıkıp “bakın efendim vandallar kamu malına zarar veriyor, otobüsleri ne hale getirdiler bakın, toplam zararımız şu kadar milyondur.” dediklerini de hiçbirimiz unutmuş değiliz. Nedense bu beylerin akıllarına “kamu malı” kavramı şimdi gelmişti.. Telekom yok pahasına satılırken,Petkim satılırken,Tüpraş satılırken,Sümerbank satılırken vb. satılırken bizler ‘kamu malını kime sorarak satıyorsunuz?’ dediğimizde bizlere ‘vesayetçi’ diyenler nedense birden bire ‘kamucu’ olup çıkmışlardı.
Gezi sürecinde ‘şehirli’ kesim için bir başka aydınlanan konu ise medyanın ne denli sözüne güvenilmez bir araç olduğuydu. Sosyal medyanın önemini farkeden ve artık bağımsız habere birinci elden ulaşabilen insanlar: “ güneydoğu olaylarını da otuz yıldır bu medyadan öğreniyorduk, demek ki neler neler gizlenmiş” demeye başladılar.
Gezi sonrası Türkiye için bu denli fındık fıstık hakların “büyük demokrasi paketi” balonuyla şişirilip halkın kandırılmasının artık imkansız olduğunu mevcut iktidar da gayet iyi biliyordu. Ancak özellikle kendi tabanlarına ”bakın o kadar demokratik hak veriyoruz hala sokağa çıkıyorlar,niyetleri bizi devirmek işte,görün” mesajını verebilmekti.
Erdoğan’ın açıkladığı ve günler öncesinden medyada şişirilen demokrasi paketinin ne olacağı toplantı öncesinden belliydi. BirGün gibi, Özgür Gündem gibi, İmcTv gibi, Aydınlık gibi vb. muhalif basının akredite edilmediği toplantıdan ne hayır gelebilirdi ki?
Q,w,x gibi harflerin kullanımının serbest bırakılmasını demokratikleşme sayanlar bu iktidarın basılmamış kitabı toplatarak yazarını hapse attığını unutmasınlar. Tutuklu gazetecileri, tutuklu öğrencileri unutmasınlar.
Yeni pakette yer alan bir başka konu da toplantı ve yürüyüş hakkımızın süresinin uzatılması olmuş. Zaten toplanmamıza izin vermedikleri için süresinin uzatılması pek bir anlam ifade etmiyor diye düşünüyorum.
Seçim barajı konusu ise bunu tartışmaya açmakla sulandırmaya ve gümbürteye getirmeye çalışılıyor hissi vermektedir.
Pakette demokratikleşme diye sunulan eş genel başkanlık sistemi ise Ödp, Bdp gibi sol partiler tarafından çoktandır uygulanıyordu. Kendileri yeni öğrenmişse bir şey diyemeyiz.
Ayrımcılık suçunun cezasının artacağı da yine bu paketin konularından bir tanesi. ‘Reyhanlı’da 53 sunni yurttaşım öldürüldü’ diyenler için de bu yaptırım uygulanacak mı göreceğiz...
Nevşehir Üniversitesi’nin adını Hacı Bektaş olarak değiştirirken, cemevlerinin statüsüne dokunmamak, Yavuz Selim Köprüsü’ne bir şey dememek tam anlamıyla sus payından başka bir şey değildir. Cemevleri,Lgbt blok, tutuklu gazeteciler-öğrenciler,terör yasası gibi konuları kapsamayan bir paket özünden eksik demektir.
Andımızın kaldırılmasını da Ak Parti ile son dönemde arası bozulan liberallerin ağızlarına bir parça bal sürmek olarak görürsek, paketin tek olumlu yanı başörtüsü konusu diye bir olayın bir daha başımıza dert olmayacağıdır.
Toplantıda "her yaşam tarzına saygılıyız" diyen birisinin, Gezi’nin ilk günlerinde ofis penceresinden bakıp, vapurdan inen kadınların kıyafetinden şikayetçi olması ‘niyet’ sorgulamamızdaki haklılığı bir kez daha ortaya koyuyor.
Gezi sonrası Türkiye artık böyle fındık fıstık demokrasi vaadlerini yiyecek bir yer değildir.Ayrıca başbakan ve tabanı geziye katılan insanları terörist gibi lanse etmeyi de bırakmalıdırlar. Albert Camus’un dediği gibi: “Benim uğraşım, kitaplarımı yazmak, insanlarım ve halkım tehdit edildiğinde savaşmaktır. Hepsi bu.” bizler sadece buyuz.
Demokrasi paketi toplantısının en önemli kazanımı Erdoğan’ın şu cümlesidir: ‘Biz burada gelip geçiciyiz' En azından ölümlü olduğunu kabul etti. Bu da bir demokrasi zaferidir arkadaşlar.